Başlamak İçin Kaydır
Farekent’in nasıl koktuğu, isminden kolayca tahmin ediliyor.
Yine de, kasapların parçaladığı deniz yılanlarından tüten kan ve safra kokusunun sindiği havayı soluyarak, gölgelerde saklanmış, bekliyorum.
Paslı Kancalar çetesinin baştan aşağı silahlı üyeleri yanımdan geçerken şapkamı yüzüme iyice indirerek karanlıklara siniyorum.
Bu çocukların çok vahşi diye adı çıkmıştır. Adil dövüşsek beni yenebilirler belki ama ben ne adil dövüşürüm, ne de bu sefer dövüşmeye geldim.
Peki, Bilgewater’ın en leş mahallelerinden birinde neyin peşindeyim o zaman?
Tabii ki paranın. Başka ne olacaktı?
Bu işi kabul etmek başlı başına kumardı ama ücreti o kadar tatlı geldi ki geri çeviremedim. Hem zaten, önceden etrafı kolaçan edip desteyi kendi lehime düzenlemiştim bile.
Sallanmaya niyetim yok. Sessizce, girdiğim gibi çıkacağım. İşim bittiğinde paramı cebime indirip, gün doğmadan koşarak uzaklaşacağım. Her şey yolunda giderse, o lanet şeyin kaybolduğunu anladıklarında ben Valoran yolunu yarılamış olurum bile.
Kopuklar, koca mezbaha binasının köşesini döndüler. Tekrar buraya gelmelerine iki dakika var - bana bol bol yeter.
Gümüş ışıklar saçan ay bir bulut kümesinin arkasına kayıverdi; iskele gölgeler içinde kaldı. Gündüz yapılan işlerden kalan tahta kasalar rıhtıma dağılmış. Tam siper almalık.
Ana ambarın çatısında gözcüler görüyorum. Elde arbaletleri nöbet bekleyen siluetler. Balıkçı karıları gibi yüksek sesle gevezelik ediyorlar. Gelişimi bando mızıkayla haber versem bile bu gerzekler beni duymaz.
Kimse buraya gelecek kadar akılsız değildir, diye düşünüyorlar.
Görene ibret olsun diye binadan sarkıtılmış olan şiş ceset, limandan gelen gece yarısı melteminde yavaş yavaş dönüyor. İpi, cinbalığı yakalamakta kullanılan dev kancalardan birinin ucuna takılmış.
Islak taşlara atılmış paslı zincirlerin üstünden atlayıp, çok yüksek iki vincin arasından geçiyorum. Vinçleri, dev deniz yaratıklarını parçalamak için mezbaha binalarına çekmekte kullanıyorlar. Buradaki her şeye sinen Tanrılar belası kokunun kaynağı da, karanlıkta yükselen bu imalathaneler zaten. Bu iş bitince, kendime bir kat yeni giysi alacağım.
Katliam Rıhtımı’nın balık kafası dolu sularının ötesinde, körfezin karşı kıyısında, lambaları rüzgârda yavaş yavaş salınan düzinelerce gemi demirli duruyor. Aralarından koskocaman, kara yelkenli bir savaş kalyonu gözüme çarpıyor. Kimin gemisi olduğunu çok iyi biliyorum. Bilgewater’da herkes bilir.
Bir an kendimle övünüyorum. Bu şehrin en güçlü adamından mal kaçıracağım. Ölümün suratına tükürmenin de kendine göre bir heyecanı var.
Ana ambar elbette, soylu bir hanımın namusundan bile daha sıkı koruma altına alınmış. Her girişinde nöbetçi var. Kapılara kilitten başka sürgüler de vurulmuş. İçeri birinin girmesi imkânsız. Ben hariç.
Ambarın karşısında kalan bir çıkmaz sokağa dalıyorum. Çıkmaz olmakla kalmıyor, istediğim kadar karanlık da değil. Devriye gezenler geri döndüğünde burada olursam, beni kesin görürler. Yakalarlarsa, tek umudum acısız bir ölüm olur. Muhtemelen onun karşısına çıkarırlar; ki o da ölmenin çok daha işkenceli, acı dolu bir yolu.
O zaman çözüm, yakalanmamak elbette.
Birden seslerini duyuyorum. Erken dönmüşler. En fazla birkaç saniyem var. Kolumun yeninden bir kart çıkarıp, nefes alıp verir gibi rahat, parmaklarımın arasında gezdiriyorum. Bu işin kolay kısmı; geri kalanı ise aceleye gelmemeli.
Kartlar parlamaya başlıyor. Zihnimi odaksız, serbest bırakıyorum. Etrafımı bir basınç çevreliyor ve evrenin tamamıyla bir olma vaadi, beni dev bir dalga gibi altına alıyor. Göz kapaklarımı yarı indirerek yoğunlaşıyorum ve bulunmak istediğim yeri gözümde canlandırıyorum.
Sonra, içime yine o bildik çekilme hissi geliyor ve kayıyorum. Havada bir boşluk oluşuyor ve kendimi ambarın içinde buluyorum. Neredeyse iz bırakmadan yok oldum.
Ama çok iyiyim ya!
Dışarıdaki Paslı Kanca üyelerinden biri ara sokağa baksa tek bir iskambil kartının yere düşüşünü görebilirdi belki; ama herhalde bakmayacaktır.
Nerede olduğumu anlamak için bir an bekliyorum. Dışarıdaki fenerlerin soluk ışığı, duvarlardaki çatlaklardan içeri süzülüyor. Gözlerim karanlığa alışıyor.
Ambar tıklım tıklım dolu; Oniki Denizlerin her yerinden toplanmış hazineler tavana kadar yükseliyor. Her yere parıldayan zırh takımları, egzotik sanat eserleri, pırıl pırıl ipekliler yığılmış. Hepsi birbirinden kıymetli; ama buraya onlar için gelmedim.
Dikkatim ambarın ön tarafındaki mal yükleme kapılarına kayıyor. Oraya en yakın olanların en yeni gelenler olduğunu biliyorum. Parmaklarımın uçlarını bir sürü sandığın, kasanın üstünde gezdiriyorum. Sonunda küçük, tahta bir kutuya geliyorum. İçinden taşan gücü hissedebiliyorum. Buraya işte bunu bulmaya gelmiştim.
Çengeli açıp kapağı kaldırıyorum.
Ödülüm önümde yatıyor. Siyah kadifeler üstüne özenle yerleştirilmiş, şahane işçiliği olan bir bıçak. Almak için elimi uzatıyorum-
Çhh-çrk!
Donakalıyorum. Bu sesi çıkaran tek bir şey var.
Karanlıkta arkamda kimin durduğunu, daha sesini duymadan biliyorum.
“T.F.” diyor Graves. “Ne zamandır görüşemediydik.”
Saatlerdir buradayım. Kimi bu kadar beklemekten sıkılır ama insanın içinde benimki gibi bir öfke olunca öyle kolayına çekip gidemiyor. Daha görülecek hesabımız var.
Yılan herif gece yarısını epey geçe geliyor. Yine her zamanki kart hokkabazlığını yaparak birden ambarın orta yerinde beliriveriyor. Çiftemi hazırlıyorum, leşini sermeye hazırım bu sefer. Bu kalleş şerefsizi senelerdir arıyorum, şimdi Kader’in namlusunun ucuna kadar gelmişken gebertmeden bırakmam.
“T.F.,” diyorum, “Ne zamandır görüşemediydik.”
Bugün için acayip afili bir sürü laf hazırlamıştım, herifi görür görmez hepsi kuş olup uçtu gitti sanki.
Fakat T.F.’nin suratından hiçbir şey anlamanın olanağı yok. Ne korku gösteriyor, ne pişmanlık, ne şaşkınlık. Dolu tüfeğin namlusuna bakıyorsun be, geberesice herif!
“Ne zamandan beri orada duruyorsun Malcolm?” diye soruyor, sesi neredeyse gülecek gibi. Sinirim iyice tepeme çıkıyor.
Hedef alıyorum. Şimdi tetiği çeksem, balık bağırsağı gibi karşı duvara yapışıverir.
Çekmem lazım.
Ama daha değil. Önce bir hesap versin. “Neden gittin?” diye soruyorum, cevap niyetine bir ukalalık edeceğinden adım gibi eminim.
“Tüfek gerekli mi gerçekten? Kaç senelik arkadaşız.”
Arkadaşmış. Benimle dalga geçiyor soysuz. O ukala kafasını tuttuğum gibi koparsam… Ama kendime hakim olmalıyım.
“Her zamanki gibi iki dirhem bir çekirdeksin bakıyorum,” diyor.
Giysilerimdeki cinbalığı ısırıklarına bakıyorum. Nöbetçileri atlatmak için yüzerek geldim. Cebi para gördüğünden beri T.F. kendini şekle şemale verdi. O façasını bozmak için sabırsızlanıyorum. Ama önce sorularıma cevap verecek.
“Neden beni satıp gittiğini söyle, yoksa o kız suratını tavana yapıştırırım.” T.F. ancak bundan anlar. Elini verirsen kolunu kaptırırsın, sonra o kolla yanağından makas alır.
Beraber çalışırken kaypaklığı çok işe yarıyordu.
“Kafes’te 10 sene çürüdüm be! Orada 10 senede adama neler olur biliyor musun?”
Bilmez. İlk defa laf ebeliği edemedi. Bana yanlış yaptığının o da farkında.
“Öyle şeyler yaparlar ki, benim diyen kabadayı aklını kaçırırdı. Ben kendiminkini öfkemden tutabildim. Bir öfkeden, bir de şurada şu anı yaşayabilmek istediğimden.”
Hah, işte şimdi geldi ukalalık: “O zaman sayemde hayatta kalmışsın demektir. Aslında bana teşekkür etmen lazım.”
Damarıma basmayı başardı. Öfkeden gözüm öyle bir dönüyor ki önümü göremiyorum. Bile bile yapıyor. Aklımın gitmesinden yararlanıp yine kırklara karışacak. Derin derin nefes alıyorum, attığı yeme yanaşmıyorum. O da şaşırıyor. Bu sefer, ne olursa olsun konuşacak.
“Beni kaç paraya sattın?” diye hırlıyorum.
T.F. olduğu yerde dikilip sırıtarak zaman kazanmaya çalışıyor.
“Malcolm, bu konuyu açıklığa kavuşturmaktan memnun olurum ama şimdi ne yeri, ne de zamanı.”
Parmakları arasında dans eden kartı son anda fark ediyorum. Kendime gelip tetiği çekiyorum.
DAN.
Kart yok olup gidiyor. Neredeyse eli de gidiyordu.
“Beyinsiz!” diye çemkiriyor. Sonunda kasılmayı bıraktı. “Bütün adayı uyandırsaydın! Burası kimin bilmiyor musun?”
Çok da şeyimdeydi.
İkinci atışımı hazırlıyorum. Ellerinin kıpırdadığını görür gibi oluyorum; aniden, iskambil kartları etrafımı sarıyor. Ateş ediyorum. T.F.’yi öldürmek mi yoksa ölmek isteyecek hale mi getirmek istediğimi bilmiyorum.
O tozun, dumanın ve kargaşanın arasında onu tekrar bulamadan, bir kapı tekmelenerek açılıyor.
Çıkan keşmekeş yetmezmiş gibi, bir düzine kadar da çete kopuğu içeri akın ediyor.
T.F. “Bu işi illa şimdi yapacaksın, öyle mi?” diyor, bana bir avuç daha kart atmaya hazır.
Başımı sallıyorum. Tüfeğim hala üstüne çevrili.
Ödeşelim artık.
İşler hızla boka sarıyor.
Denizin dibine batasıca ambara bir sürü Paslı Kanca iti üşüştü; ama Malcolm’ın umrunda mı? O beni kafaya taktı bir kere.
Bir sonraki atışının gelmek üzere olduğunu sezip dönüyorum. Tüfeğinin gümbürtüsü sağır edici. Bir salise önce durmakta olduğum yerde bir kutu patlıyor.
Yanlış anlamadıysam, eski ortağım beni öldürmeye çalışıyor.
Bir mamut dişi yığınının üstüne perendeyle atlayıp, ona üç kart fırlatıyorum. Kartlar yerine varmadan siper alıp, çıkacak bir yol arıyorum. Birkaç saniyem olsa yeter.
Yüksek sesle küfrediyor, ama kartlar onu sadece yavaşlatacak. Hep katır gibi sağlam olmuştur. Katır gibi inatçıdır da. Tadında bırakmayı hiç bilmez.
“Kaçamayacaksın!” diye böğürüyor. “Bu sefer kaçamayacaksın!”
Ne demiştim?
Gerçi, her zamanki gibi yanılıyor. Olabildiğince hızlı bir şekilde müsaademi isteyeceğim. Gözünü kan bürüyünce onunla konuşmaya çalışmanın hiçbir anlamı yok.
Bir patlama daha duyuluyor. Demacia işi paha biçilmez bir zırh takımından seken şarapneller, yerlere ve tavana saplanıyor. Sağa sola kaçınıp, onları şaşırtıyorum ve bir şeylerin arkasına sinerek bir siperden diğerine koşturuyorum. Graves peşimden ayrılmıyor, bağıra çağıra beni suçlayıp tehdit etmeye devam ediyor. Tüfeği sürekli gürlüyor. Graves iridir ama hızlı koşar. Bunu neredeyse unutmuşum.
Tek sıkıntım Graves de değil. Beyinsiz herif bağırıp çağırarak, tüfeğini ateşleyerek yedi düvelin itini başımıza topladı. Paslı Kancalar etrafımızı sardı ama ön kapıyı tutması için birilerini geride bırakacak kadar da akılları var.
Artık tüymem lazım; ama almaya geldiğim şeyi almadan gitmeyeceğim.
Graves’e ambarın etrafında bir tur attırıyorum; sonunda başladığımız yere dönüyoruz. Ben, ondan bir an önce varıyorum. Ganimetle aramda çeteciler var, üstelik kalabalıklaşıyorlar; ama bekleyecek vakit yok. Elimdeki kart kırmızı parlamaya başlıyor; ambar kapılarının tam ortasına saplıyorum. Patlama, kapıları menteşelerinden söküyor; çeteciler dağılıyor. Ben ilerliyorum.
İçlerinden biri tahmin ettiğimden çabuk toparlanıp, baltasını bana savuruyor. Kendimi yana atıp dizine tekmeyi basıyorum, arkadaşlarına da akıllı olsunlar diye bir küme kart fırlatıyorum.
Yolum açılınca, çalmak için anlaştığım süslü hançeri alıp kemerime takıyorum. Bu kadar zahmete girmişken, paramı alayım bari.
Ardına kadar açılmış olan mal giriş kapıları beni çağırıyor ama önlerine bir sürü Paslı Kanca iti yığılmış. Bu taraftan çıkış yok. Bu tımarhanede kalan son sakin köşeye doğru seğirtiyorum.
Kartlarımdan biri elimde dans ederken kaymaya hazırlanıyorum. Ama tam kendimi bırakacakken, kuduz bir ayı gibi peşimden ayrılmamış olan Graves ortaya çıkıyor. Kader geri teperek gürlüyor ve Paslı Kancalardan biri kıyma oluyor.
Graves’in kanlanmış gözleri, elimde parlayan karta takılıyor. Ne yapacağımı bildiğinden, silahının dumanlar tüten namlusunu bana çeviriyor. Konsantrasyonumu bozup hareket etmek zorunda kalıyorum.
Arkamdan “Nereye kadar kaçacaksın!” diye haykırıyor.
İlk defa akıllı oynuyor. Bana, ihtiyaç duyduğum zamanı bırakmamaya dikkat ediyor.
Beni planımı gerçekleştirmekten alıkoydukça, bu heriflere yakalanma ihtimali içimi sıkmaya başlıyor. Patronları pek öyle merhametli bir tip değildir.
Kafamda kırk tilki dolaşmasına rağmen, bir şeyi çok belirgin olarak hissediyorum: tuzağa düşürüldüm. İşe en çok ihtiyacım olduğunda, çok kolay görünen bir iş gökten zembille önüme iniyor ve mekâna gidince bir de görüyorum ki, eski ortağım beni orada bekliyormuş! Graves’ten çok daha zeki biri beni parmağında oynatıyor.
Ben bu kadar kolay lokma değilimdir yalnız. Ahmaklığıma duyduğum öfkeden kendi kendimi dövesim geliyor; ama rıhtım zaten beni o zahmetten seve seve kurtarabilecek çeteci kopuklarla dolu.
Şu an en önemlisi, buradan defolup gidebilmek. Malcolm’ın lanet tüfeğinden iki atış sesi daha gelince koşmaya başlıyorum. Sırtım tozlu, tahta bir kasaya çarpıyor. Arkamdaki çürümüş tahtaya, başımın birkaç milim yanına bir arbalet oku saplanıyor.
“Buradan çıkış yok gülüm!” diye bağırıyor Graves.
Çevreme bakınca, patlamanın çıkardığı yangının çatıya doğru yayılmakta olduğunu görüyorum. Haklı olabilir.
“Biri bizi sattı Graves!” diye bağırıyorum.
“Adam satmaktan en iyi sen anlarsın!” diyor.
Mantıklı konuşmaya çalışıyorum.
“Beraber çalışırsak, paçayı kurtarabiliriz.”
Çok çaresiz kaldım, ne yapayım?
“Sana bir daha güvenmektense buradan leşimin çıkmasını tercih ederim,” diye gürlüyor.
Tam olarak bu cevabı bekliyordum. Mantıklı konuştukça Graves sinirleniyor; bu da benim işime geliyor zaten. Karışıklıktan yararlanıp, ambarın dışına kayıyorum.
Graves’in içeride bas bas bağırdığını duyabiliyorum. Köşeyi dönüp, beni bulmayı umduğu yerde alay eder gibi geride bırakılmış bir kart buldu mutlaka.
Arkamdaki yükleme kapılarından içeri bir sürü kart fırlatıyorum. İncelik zamanı geçeli çok oldu.
Graves’i yanan bir binada bıraktığım için üzülüyorum ama bir süre sonra geçiyor. Ona hiçbir şey olmaz, çok inatçıdır. Ayrıca liman şehirlerinde rıhtımda yangın çıkması büyük mevzudur; karışıklık bana zaman kazandırabilir.
Katliam Limanı’ndan çıkan en kısa yolu ararken, bir patlama duyup arkama bakıyorum
Graves, ambarın duvarını patlatarak açtığı koca bir delikten dışarı çıkıyor. Bakışlarından cinayet arzusu okunuyor.
Şapkamla ona selam verip koşmaya başlıyorum. Çiftesini gümlete gümlete arkamdan geliyor.
Adamın kararlılığını takdir etmek lazım.
Umalım da o kararlılık bu gece ölümüme neden olmasın.
Kaptan köşküne götürülen küçük sokak çocuğunun gözleri, korkudan faltaşı gibi açılmıştı.
Yürüdükleri koridorun sonundaki kapının ardından gelen azap dolu çığlıklardı onu tereddüde düşüren. Kapkara, devasa savaş gemisinin daracık güvertelerinde yankılanan çığlıkları tüm tayfa duyuyordu. Ölü Havuzu’nun kaptanının amacı da buydu zaten.
Yara izleri yüzünü ağ gibi kaplayan ikinci kaptan, çocuğa güvence vermek için elini onun omuzuna koydu. Kapının önünde durdular. İçeride işkence gören bahtsız yine bağırınca, çocuk yüzünü buruşturdu.
İkinci kaptan “Yavaş,” dedi. “Bana anlattıklarını kaptana da anlatacaksın.”
Sonra kapıya hızlı hızlı vurdu. Kapıyı açan yüzü dövmeli, kılıcını sırtına asmış, dev cüsseli bir adamdı. Çocuk iki yetişkinin aralarında konuştuklarına dikkat etmedi; bakışları, arkası ona dönük oturan iri yarı siluete kilitlenmişti.
Kaptan; iri kıyım, orta yaşlarda bir adamdı. Omuzları ve boynu bir boğanınki gibi kalındı. Yenlerini sıvamıştı; kollarının alt kısmı kandan yapış yapıştı. Kırmızı paltosuyla üç köşeli siyah şapkasını, duvarda bir askılığa asmıştı.
Sokak çocuğu “Gangplank,” diye fısıldadı. Sesi korku ve hayranlıktan boğuklaşmıştı.
İkinci kaptan, “Dinlemek istersiniz diye düşündüm kaptanım,” dedi.
Gangplank önündeki işe odaklanmıştı, hiçbir şey demedi, arkasını da dönmedi. Yüzü yaralı denizci, oğlanı öne itekledi. Çocuk sendelese de dengesini buldu ve ayaklarını sürüye sürüye yaklaştı. Ölü Havuzu'nun kaptanına doğru, çok yüksek bir uçurumun kıyısına yaklaşır gibi ilerledi. Kaptanın neyle uğraştığını görünce solukları sıklaştı.
Gangplank’in masasının üstünde leğenler dolusu kanlı su, bıçaklar, kancalar ve pırıl pırıl cerrahî aletler diziliydi.
Çalışma tezgâhında bir adam yatıyordu, deri kayışlarla sımsıkı bağlanmıştı. Sadece başı serbestti. Boynu gerilmiş, yüzünü ter kaplamıştı; çevresine feci bir çaresizlikle bakıyordu.
Oğlanın bakışları ister istemez adamın derisi yüzülmüş sol bacağına kaydı. Birden, buraya ne yapmaya geldiğini unuttuğunu fark etti.
Gangplank işinden kaldırdığı bakışlarını ziyaretçisine dikti. Gözleri köpekbalığı gözü gibi soğuk ve ölü görünüyordu. Bir elinde, parmakları arasında resim fırçası gibi nazikçe tuttuğu ince bir bıçak vardı.
Dikkatini yine işine yönelterek “Kemik oymacılığı kaybolan bir zanaat,” dedi. “Yapmaya sabrı olan pek kalmadı bu aralar. Çok vakit alıyor. Her kesiğin bir maksadı var. Görüyor musun?”
Adam bacağındaki derin yaraya, uyluk kemiğinin üstündeki derinin ve etin soyulmuş olmasına rağmen hâlâ hayattaydı. Korkudan kaskatı kesilmiş olan çocuk, kaptanın kemiğe oyduğu karmaşık desenleri fark etti: kıvrılmış ahtapot kolları ve dalgalar. Titiz çalışılmış, hatta neredeyse güzel bir işti. Bu yüzden daha da çok dehşet veriyordu.
Gangplank’in canlı tuvali hıçkırdı.
“Yalvarırım…” diye inledi.
Gangplank bu zavallıca yakarışı duymazdan gelip bıçağını bıraktı. Çalışmasının üstüne bir bardak ucuz viski boca ederek kanları temizledi. Adam gırtlağını paralarcasına bağırdı, sonra gözleri geri kaydı ve kendinden geçip rahata erdi. Gangplank iğrenme dolu bir homurtu saldı.
“Bak çocuk, bunu unutma,” dedi. “Bazen en sadık adam bile haddini aşar. Bazen herkese yerini hatırlatmak gerekir. Gerçek güç, insanların seni nasıl gördüğünde yatar. Bir an bile zayıf görünürsen, işin bitti demektir.”
Çocuk başıyla onayladı. Yüzü kireç gibi olmuştu.
Gangplank, baygın tayfaya işaret ederek “Ayıltın şunu,” dedi. “Ulumasını bütün mürettebat duysun.”
Geminin cerrahı tayfaya doğru giderken, Gangplank bakışlarını yine çocuğa çevirdi.
“Gelelim sana,” dedi. “Bana ne diyecektin?”
Çocuk kekeleye kekeleye “Bi-bir adam…” dedi “Farekent Rı-Rıhtımı’nda bir adam.”
“Devam et.”
“Kancalara gözükmemeye çalışıyordu. Ama BEN gördüm!”
Gangplank “Hı-hı.” diye mırıldandı, ilgisini kaybetmişti. İşine doğru döndü.
İkinci kaptan “Devam etsene oğlum!” diye ısrar etti.
“Elinde böyle şekilli iskambiller vardı, onlarla oynuyordu. Bir acayip parlıyorlardı.”
Gangplank, denizin derinliklerinden yükselen bir yanardağ gibi oturduğu yerden doğruldu.
“Nerede gördün, söyle,” dedi.
Silah kınının kemerini yakaladı, kemerin derisi gitgide sıktığı avcunda gıcırdadı.
“Barakaların ordaki büyük ambarda.”
Gangplank çividen paltosuyla şapkasını alırken, yüzüne öfkeli bir kızıllık hücum etti. Gözleri lamba ışığında kırmızı kırmızı parlıyordu. Yürüdüğünde ürküp geri çekilen, sadece sokak çocuğu değildi.
Sert adımlarla kamaranın kapısına giderken ikinci kaptana “Çocuğun karnını doyur, bir Gümüş Yılan da bahşiş ver,” diye emretti.
“Sonra da herkesi limana yolla. İşimiz var.”