Başlamak İçin Kaydır
Ah, Bilgewater...
Burası en iyi dönemlerinde bile nefretle dolu, kokuşmuş bir cinayet ve ihanet çukurundan başka bir şey değil... ve eve dönmek o kadar güzel ki.
Sırtımı açık okyanusa dönmüş, Bilgewater Körfezi boyunca kürek çekiyorum. Yüzümse liman şehrinin uzaklarda aptal altını gibi parıldayan ışıklarına dönük.
Geçmişte Valoran'ın Gelişim Şehri'nde ve bu şehrin çirkin, ezilmiş komşusunda bazı işler çevirsek de işler biraz kızışmaya başlamıştı. Ayrıca Prens bize bu kontratla gelmişti ve teklif edilen miktar yabana atılamayacak kadar iyiydi.
Hatta bana samanlıkta iğne aramak gibi görünen bu iş için biraz fazla iyiydi. Ortada bir bityeniği olmalıydı (zaten hep vardır) ama dediğim gibi, teklif edilen meblağ burun kıvrılacak türden değildi.
Yine de geri döndüğümüze hâlâ inanamıyorum. Buraya son gelişimizde sular biraz ısınmıştı.
Sarah Fortune hepimizi; yani ben, T.F. ve Gangplank'i parmağında oynatmıştı. Daha önce hiç kimse o lanet psikopatın karşısına o kadın gibi dikilmemişti. Tüm Bilgewater'ın gözleri önünde hem onu hem de gemisini havaya uçurmuştu. T.F. ve bense her şeyi en önden izleme şansı bulmuştuk. Hayatta kalmamız tamamen şans eseriydi. Ona hâlâ kin besliyorum elbet; ancak ne yalan söyleyeyim başardıkları gerçekten de etkileyiciydi. Duyduğuma göre artık buralar ondan soruluyormuş. Geriye sadece hizaya getirilecek ya da Bilgewater Körfezi'nin dibine gönderilecek birkaç kaptan kalmış. Artık sadece birkaç kişi bir hamle yapıp bu gayrı resmi tahtı ele geçirebileceğini düşünüyor. Bunlardan biri de eski dostumuz Prens...
“Kafanı biraz işine vermeye çalışsan olmaz mı? Rotamızdan sapıyoruz.”
T.F.'e kötü kötü bakıyorum. Ben burada ter dökerken bu kendini beğenmiş herif oturmuş, dalgın dalgın kartlarıyla oynuyor. Kürek çekmek için fazla çelimsiz olduğu ortada ama yine de süslü bir Demacia beyi gibi oturduğu yerden bana laf çarpması kanıma dokunuyor.
İşin kötüsü sözlerinde haklılık payı da var. Akıntı bizi birkaç yüz metre güneye sürüklemiş. Yani gitmemiz gereken yere ulaşabilmemiz için daha kuvvetli kürek çekmem gerekecek. Bunu anlayınca daha da kızıyorum.
“İstediğiniz zaman işi devralabilirsiniz, lordum,” diyorum hırlayarak.
O da önünde ters duran fıçının üstüne üç tane kart kapatıp, “Yapamam,” diye cevap veriyor. “Meşgulüm.”
Kaşlarımı çatıp nerede olduğumuzu anlamak için omzumun üstünden arkama bakıyorum. Okyanustan keskin bıçaklar gibi yükselen kayaların arasından geçiyoruz. Tabii asıl sorun yüzeyden görebildiklerimiz değil. Her zaman olduğu gibi insanı asıl göremediği bıçaklar öldürüyor.
Bunlara Dul Bırakanlar deniyor ve yıllar boyunca sayısız can almışlar. Onlara çarpan gemilerin kalıntılarını etrafta görmek mümkün. Kayaların arasına sıkışıp kalmış kırık direkler, girdapların içinde dönüp duran paramparça olmuş tahtalar ve jilet gibi zirvelere dolanmış borda ağları.
Bu enkazların çoğu, Buhru dalga efsuncularına para kaptırmak istemeyen ahmak kaptanların eseri. Böyle kararlar vermek hiç akıllıca değildir.
Neyse ki bizi Dul Bırakanların arasından geçiren teknenin uzunluğu üç metreden fazla değil. Bu yer yer su alan kayığın adı Gözüpek ve itiraf etmeliyim ki bir saat kadar önceki tanışmamızdan bu yana ona epey ısındım. Kendisi paslı kenarları ve boyaya ihtiyaç duyan gövdesiyle pek göze hitap etmese de henüz bizi yarı yolda bırakmış değil ve bu da epey iyi bir şey. Ayrıca benim kürek çekişimden de yakınmıyor.
T.F. üç kartın her birini tek tek çeviriyor. Sonra yüzünü ekşitip kartları yeniden karıyor. Ak Rıhtım'dan sessizce ayrıldığımızdan beri başka bir şey yaptığı yok zaten. Kartlardaki bir şey onu korkutmuş gibi görünüyor ama buna daha fazla kafa yormuyorum. Bu gece limana yapacağımız kayık gezisinden pek bir şey çıkmayacak ama yine de elimizden gelenin en iyisini yapıyormuş gibi görünmemiz gerek. Altın krakenlerin yarısını peşin aldığımıza öyle seviniyorum ki.
Bana kalırsa elimize bundan fazlası geçmeyecek ve bence bu hiç sorun değil. Hayatımız boyunca kazandığımız en kolay para.
Küreklerimden sıçrayan deniz suları T.F.'in yüzüne çarpıyor. Kartlarını karmayı bırakıp başını kaldırıyor ve dik dik bana bakıyor. “Biraz dikkat eder misin?” diyor.
Hayır, dikkat falan edemem.
“Affedersin.” Omuzlarımı silkip kürek çekmeye devam ediyorum.
O da şapkasını çıkarıp yanağını siliyor. İşi bitince bana bir daha bakıp şapkasını geri takıyor. Sonra da şapkasının ön tarafını iyice indiriyor. Gizemli görünecek ya! Bana kalırsa tam bir aptal gibi görünüyor.
Küreklerimi sulara yeniden gömerken sırıtmamaya çalışıyorum. Bu sefer onu fena vuruyorum: tam kafasının yanından. Şap.
“Hay şans aşkına,” diye parlıyor. Parmağını kulağına sokup iyice karıştırıyor. “Bilerek yapıyorsun.”
“Ne yapayım?” diye yanıtlıyorum. “Havalı ceketin ve haftada bir yaptığın banyolarla süslü görünmeye çalışman senin suçun. İçimde seninle uğraşma isteği uyandırıyor.”
Tekrar su sıçratıyorum. Bu sefer istediğimden birazcık daha fazla. Sırılsıklam oluyor. Öfkeyle ayağa kalkıp parmağını bana doğru kaldırıyor ama bu Gözüpek'in şiddetle sarsılmasına neden oluyor. Çabucak oturup ufak kayığın kenarlarına yapışıyor. Yüzünde son derece komik bir dehşet ifadesi var. Onca havalı görünme çabalarına rağmen T.F.'in tüm cakası bir anda suya düşüyor.
Kafamı iki yana sallayıp gülüyorum. Nehir halkından olmasına ve hayatının yarısını Bilgewater'da geçirmesine rağmen hâlâ yüzme bilmemesi komiğime gidiyor.
Bakışlarıyla beni delik deşik ediyor. Parfüm sıkılmış ve dikkatlice yağlanmış saçları denizden yeni çıkmış yosuna benziyor. Kendimi tutmaya çalışsam da yeniden kıkırdamaya başlıyorum.
“Tam bir geri zekâlısın,” diyor.
Kürek çekmeye devam ediyorum. Bir süre sonra Üçüncü Çan'ın sesi, Bilgewater'ın limanını aşıp bize ulaşıyor.
T.F. “İşte geldik,” dedikten sonra bir kez daha kartlarına dönüyor.
Omzumun üstünden arkama bakıyorum. Küçük bir ada sayılabilecek kadar büyük, sivri bir kaya tam önümüzde duruyor; ancak diğerlerinden çok da farklı görünmüyor.
“Emin misin?”
“Evet, eminim,” diye yanıtlıyor sertçe. Hâlâ su yüzünden sinirli galiba. “Tekrar tekrar kontrol ettim. Kartlar bunu gösteriyor.”
T.F.'in kartlarıyla yapabildiği bir sürü numara var. Onları kullanarak normalde erişemeyeceğimiz yerlere girip çıkabiliyoruz. Eğer bazı işler çevirmeye uğraşıyorsanız bu cidden faydalı bir beceri. Hatta kartlarını fırlatarak bir arabayı sanki barutla doluymuşçasına havaya uçurduğunu bile gördüm. Ancak bu gece yaptığı şey tam bir eski usul nehir halkı işi. Bunun genelde epey isabetli olduğunu söylemem gerek.
T.F.'in işaretiyle dik kayalığın rüzgâr altı tarafına doğru kürek çekerek Gözüpek'i yaklaştırıyorum. Kabaran sular bizi kayaya savrulmakla tehdit etse de tekneyi sağlam tutuyorum ve T.F. bana doğru noktada olduğumuzu söyler söylemez demir atıyorum.
Kaya tepemizde yükseliyor.
“Eee... Peki oraya nasıl çıkacağız?” diye soruyorum.
O da “Çıkmayacağız,” diye yanıt veriyor. “Kartlar bana sunağın içeride olduğunu söylüyor.”
“Mağara girişi falan görmüyorum.”
Ardından T.F.'in gülümsemesini fark ediyorum ve moralim yerle bir oluyor. Suların altını işaret ediyor.
“Ciddi olamazsın,” diye homurdanıyorum.
Bilgewater'a son gelişimizde bir topa zincirlenmiş şekilde suları boylamış, boğulacağım sanmıştım. T.F. beni ucu ucuna kurtarmıştı ve aynı deneyimi tekrar yaşamak gibi bir niyetim yoktu.
“Korkarım ciddiyim ortak,” diyor. “Tabii tek başıma girmemi istemiyorsan…”
“Ganimetle birlikte kaçıp krakenlerin kalanını bensiz alacaksın öyle mi? Yok ya.”
Bu üçkâğıtçının paralarla kaçıp beni sonuçlarla tek başıma yüzleşmek zorunda bıraktığı zamanları unutmadım. İçeride geçirdiğim o yılları geri getirmem imkânsız.
T.F. “Sunağın var olduğuna inanmadığını düşünmüştüm,” diyor. “Yanlış hatırlamıyorsam bu işi ‘samanlıkta iğne aramaya’ benzetmiştin, değil mi?”
“Evet, hâlâ bunun koca bir saçmalık olduğunu düşünüyorum ama eğer değilse payımı almak isterim.”
Ceketimi ve çizmelerimi çıkarırken bu sefer de o sırıtmaya başlıyor. Mermilerimin ve purolarımın su geçirmeyecek bir yerde güvende olmasına dikkat ediyorum. Ardından koca çift namlulu tüfeğimi kontrol ediyorum. Kader adını verdiğim tüfek Piltover'da bana özel olarak daha yeni üretildi. Şimdiyse su geçirmez derilere sıkı sıkı sarılmış şekilde sırtıma asılı. Kollarımı sıvıyorum.
“Eee, nerede o zaman bu tünel?”
Suya dalıyorum. Vahşi bir ustura balığı sürüsünün ortasına atlamadığımı umuyorum.
Sular feci şekilde soğuk ve karanlık ama daha da derine iniyorum. Balıklar ve ne idüğü belli olmayan bir sürü şey önümden kaçışıp görüş açımın kenarlarında ışıldıyor.
İşte orada. Burası tamamen karanlık ama aşağılarda daha da karanlık bir bölge var. Bir tünel ağzı. Galiba T.F.'in kartları haklıymış. Buraya doğru yüzünce dışarıdaki suların buna kıyasla hiç de karanlık olmadığını fark ediyorum. Kendi ellerimi bile göremiyorum. Burası öyle geniş de değil. Her hareketimde parmaklarım iki yandaki taşlara sürtüyor.
Arkama dönüp baktığımda ufak bir mavi halkanın tünel girişinin yerini işaret ettiğini görüyorum. Geri dönüp yüzeye çıkacak kadar nefesim kalmış olsa gerek. Daha fazla ilerlersem o taraftan geri dönmem mümkün olmayacak.
Umarım T.F. haklıdır. Eğer burada boğulursam ant olsun ki önümüzdeki Harrowing'de geri dönüp o adiye musallat olacağım.
İleride ışık görünüyor ve tünel zemininden güç alarak oraya doğru ilerliyorum. Bir çıkış yolu bulduğumu sanıyorum ama hayır... Bu sadece parlayan bir denizanası. Dokunaçları, ölümcül çekme halatları gibi arkasında süzülüyor. Ona yaklaşmak gibi bir niyetim yok.
Tamamen kör şekilde yüzmeye devam ediyorum. Korku, bir Kanlı Ay dalgası gibi yavaş yavaş yükselmeye başlıyor. Önümdeki duvara tosluyorum ve bir anlığına yolun sonuna geldiğimi düşünüyorum. İçgüdülerim devreye giriyor ve nefes alma umuduyla kendimi dimdik yukarı itiyorum ama bu sadece başımı yukarıdaki taşa çarpmamla sonuçlanıyor. Hem de ne çarpmak. Soğuk, acıyı dindirse de sanırım suda kan var. Burada kan kaybetmek hiç de iyi değil. Başıbozuk köpekbalıkları bunun kokusunu kilometrelerce öteden alabilir…
Kendimi su dolu bir fıçıda hapsolmuş bir sıçan gibi hissediyorum. Bu sefer gerçekten boğulabilirim.
Yine de bir çıkış yolu olmalı. Çaresizce çırpınıp hiçbir şey göremez halde duvarları yokluyorum. Duvarlara oyulmuş kavisli spiraller var gibi ama şu anda bu pek ilgimi çekmiyor. Ciğerlerimdeki hava zehre dönüyor ve açıklığı bulduğumda artık gücüm tükenmeye başlıyor.
Çırpınırken aniden yukarıda ay ışığını görüyorum. Oraya doğru yüzüyorum. Yüzeye çıkıyorum. Derin ve kesik bir nefes alıyorum. Hayattayım!
Suyun yüzünde kalıp etrafımda neler olduğunu inceliyorum. Kısmen göğe açılan bir mağaradayım ve ay ışığı içeriyi aydınlatıyor.
Kayalıklara doğru kulaç atıp sudan çıkıyorum. Kafam kadar yengeçler önümden kaçışıyor. Her biri bir tane devasa mavi kıskaca sahip. Sanki burada olmamdan hoşnut değillermiş gibi kıskaçlarını bana sallıyorlar. Bu çok da umurumda değil. Zaten yengeçleri hiç sevmem. İnsanın içini bir tuhaf eder bunlar. Çok fazla bacakları var.
İlk iş olarak Kader'i sırtımdan indirip onu sarılı olduğu derilerden çıkarıyorum. Ay ışığının altında onu kısaca inceleyip doldurma mekanizmasını ve tetiğini kontrol ediyorum. Her şey yerli yerinde gibi. Bir çift mermiyi namluya sürüyorum ve aniden her şey daha parlak hale geliyor. Kader, dolu bir şekilde elimdeyken çok az şeyden korkarım.
“Amma geciktin,” diyor bir ses.
Namluların ikisini birden boşaltmama ramak kala bunun T.F. olduğunu fark ediyorum. Bir taşa yaslanmış, umursamaz ve kendinden emin görünmeye uğraşıyor. Sonuçta kartlarıyla kolay yoldan gelmiş buraya.
“Neredeyse altıma pisliyordum adi herif,” diye hırlıyorum.
“Kan kaybediyorsun,” diyor.
Başıma dokunuyorum. Elimi başımdan çektiğimde kıpkırmızı olduğunu görüyorum. “Beni öldürmez.” Umarım bu konuda haklıyımdır.
Havalı görünmeye uğraşsa da T.F. bana bakıyor ve onun kaygılandığını görebiliyorum. İtiraf etmek istemesem de bunun için müteşekkirim.
“Heyecan yapmana gerek yok. İyiyim ben!” Etrafı incelediğimde duvarların her bir köşesinin kavisli desenlerle kaplı olduğunu görüyorum. Buhru oymaları. Bunların ne olduğunu anlamam biraz zaman alıyor.
“Amma çok yılan varmış,” diyorum ama durum zaten gayet ortada.
Hmm. Belki de bu samanlıkta bir iğne buluruz.
“Hâlâ bunun sadece bir efsaneden ibaret olduğunu düşünüyor musun?” diye soruyor T.F.
Ona sadece bir homurtuyla cevap veriyorum. Yavaş yavaş inanmaya başlasam da henüz ona bu memnuniyeti tattırmak istemiyorum.
Bulmamız istenen şey aslında bir Bilgewater efsanesi. Aklı başında herkesin en fazla Dalgaların Dümencisi veya sihirdarlara dair hikâyeler kadar itibar edeceği türden bir şey.
Derinlerin Tacı.
Rivayet odur ki tacı takan kişi Derinlerdeki Canavarlara hükmedermiş. Ve Derinlerdeki Canavarlara hükmeden kişi, Yılan Adalar çevresindeki sulara da hükmeder. Ve bu sulara hükmeden doğal olarak Bilgewater'a hükmeder.
Prens'in tacı altın ellerine geçirmede bu denli ısrarcı olmasının sebebi de bu. Eğer Derinlerin Tacı'nı başına geçirirse, Miss Fortune'un ona karşı kullanabileceği pek bir koz kalmayacak.
“Peki bu sunak nerede?” diye soruyorum.
T.F. mağaranın daha da derinlerini göstererek, “Şu tarafta daha da içlere doğru uzanan bir geçit var,” diyor. “Belki de o taraftadır.”
“Umarım daha fazla yüzmem gerekmez,” diye homurdanıyorum.
T.F.'in bulduğu “geçit” kayaların ortasındaki bir yarıktan fazlası değil. Kendisi bir deri bir kemik olduğundan hemen aradan sıyrılıveriyor. Bense daha yapılı (hatta daha göz alıcı) bir fiziğe sahip olduğumdan aradan geçmeye çalışırken birkaç düğmemi kaybediyorum.
Homurdanıyorum, sövüyorum ve gecenin başlarında içtiğim o çift porsiyon çorbaya lanet ediyorum. T.F. işaret parmağını dudaklarına götürüp beni susturuyor.
Son bir hırıltıyla karşı tarafa geçerken neredeyse yüz üstü yere kapaklanıyorum. Aldığım koku bir yumruk gibi yüzüme çarpıyor. Katliam Limanı'ndaki balık sakatatı kokusundan hiç de farklı değil. İnsanın gözlerini yaşartıyor. Ayrıca epey kötü hatıraları geri getiriyor.
Mağara tavanındaki bir delikten içeri ay ışığı sızsa da burası hâlâ karanlık. Mekâna yığılmış muazzam miktardaki ıvır zıvırı fark etmem biraz zaman alıyor. Burası bir istifçi cenneti gibi. Her türlü çöp ve atık dört bir köşeyi sarmış.
Mağara bir öncekine göre daha geniş ve her bir yanı (yani en azından rasgele öteberi yığılı olmayan kısımları) tıpkı ilk mağara gibi Buhru oymalarıyla kaplı. Daha fazla yılan. Tekrar eden bir motif seziyorum…
Bir tarafta genişçe ve kara sularla dolu bir havuz var. Muhtemelen beni boğmaya çalışan o adi tünele bağlı. Tabii tüm bu çer çöpün buraya oradan dolmuş olması imkânsız. Hayır. Bunları buraya biri getirmiş olmalı. Açıkçası her şeyin garip bir düzeni var. Gemici düğümüne dönmüş bir zihin tarafından kurulmuş olsa bile.
Etraf fıçılar, kutular, sandıklar ve ağlarla çevrili. Balıkçılık malzemeleri, paslı zıpkınlar, uzun zaman önce çürümüş ipler... Kabuklar ve taşlar tuhaf yığınlar halinde istiflenmiş. Hurda tahtadan yapılma kaba raflardaysa pis kokulu sıvılar ve kim bilir başka nelerle dolu kavanozlar dizili.
Paslı bir çıpa duvara yaslı duruyor ve bir geminin deniz kabuklarıyla kaplı başlığı (balık kuyruğuna sahip güzel bir kadın) bir çift kayanın arasına sıkıştırılmış. Dökülen boyası yüzünden sanki derisini kaybediyor gibi bir görüntüye sahip.
Kırık gemi direkleri, eğri kirişler gibi tepemizde duruyor. Üstlerinden uzun deniz yosunları sarkıyor. Onların yanındaysa yavaşça dönüp duran, hasır ve saçla birbirine tutturulmuş kılçık ve çubuktan süsler var. Bir de çürüyerek parça parça olmuş yelken kalıntıları.
Ve tam orada, uzaktaki duvarın gölgelerinin ortasındaki çer çöpün arasında neredeyse kaybolmuş nesne bir şeyi andırıyor…
“Sence bu o mu?” diye fısıldıyorum.
Burası taş duvara oyulmuş bir tür sunağı andırıyor. Bir deniz yılanı sürüsüne benzeyecek şekilde yapılmış. Kızıl kanatlar, safra kusanlar, abanoz sırtlar... hepsi orada. Etrafı yüzlerce sönük mumla kaplı ve eriyip her tarafa dağılmışlar. Ayrıca etraf türlü türlü yaratığın kafataslarıyla çevrili. Birden fazlası da insana ait.
“Derinlerin Sunağı.” T.F.'in sesindeki hayranlığı duyabiliyorum. O her zaman batıl inançlı biri olmuştur. Sonuçta nehir halkından gelme. “Evet, öyle olmalı.”
T.F. sunağa doğru yaklaşmaya başlıyor. Bense gözlerimi gölgelere dikip daha yavaş şekilde onu takip ediyorum. Genelde kötü şeylerin olduğu an birazdan gelecek gibi. Bizim işler normalde böyle yürüyor. Tabii gözlerim T.F.'in de üzerinde.
“Sakın o tacı çaktırmadan cebe indireyim deme,” diyorum hırlayarak. Bana pis bir bakış atsa da cevap vermiyor.
Tam o anda gözüm bir şeye takılıyor ve sanki kalbim bir saniyeliğine duruveriyor.
Dize kadar gelen taştan bir rafın üstünde yaşlı bir kadının yattığını görüyorum. Etrafı tararken onu neredeyse fark etmiyorum. Ta ki gözlerimin önünde olan şeyi fark edene kadar.
“Hay lanet,” diye fısıldıyorum. Kalbim bu sefer de bir Noxus savaş davulu gibi atmaya başlıyor.
Sırtüstü uzanıp ellerini önünde birleştirmiş. Sanki bir ölünün heykeli gibi. Hatta görüntüsüne bakılırsa gerçekten ölü ya da buna epey yakın bir durumda olsa şaşırmam. Giysilerinin yarısı çürümüş ve derisinin rengi bayat balığı andırıyor. Buranın ışığından mıdır, yoksa ışıksızlığından mıdır bilmiyorum ama soluk benzinin altındaki damarlar da mürekkep karası gibi.
Tıslayarak, “Şurada yaşlı bir kadın var,” diyorum.
T.F. sunağın yanına geçmiş, ona göz gezdiriyor. Dalgın şekilde, “Ha?” diye yanıtlıyor.
Daha yüksek sesle, “Şu tarafta yaşlı bir kadın var,” diye tekrarlıyorum kadının uyanıp uyanmadığını kontrol ederek. Uyanmıyor.
T.F. arkasını dönüp bakıyor. “Ne yapıyor?”
“Uyuyor,” diye fısıldıyorum. “Ya da ölmüş. İkisinden biri işte.” Onu şöyle bir kokluyorum ve neredeyse midem ağzıma geliyor. “Ama korkunç koktuğu kesin. Yani muhtemelen ölmüş.”
T.F. kaygılı suratını kuşanıyor. Kaşları ortada birleşiyor. Bunu genelde kartlarıyla oynarken çok kötü bir el geldiği veya Piltover'dan aldığı saçmalık derecesinde pahalı özel kesim ceketinde yeni bir leke bulduğu anlara saklar.
“Öyledir herhalde... Ellemeyelim o zaman?” diyor.
Müthiş. Konuyu değiştiriyorum. “Taçtan eser var mı?”
“Hayır.” Yeniden sunağa dönüyor. “Burada olması lazım…”
Aramada yardımcı olmak için ona doğru ilerlemeye başlar başlamaz kadın da arkamda hırıltılı şekilde burnunu çekiyor. Tüfeğimi kaldırıp hızla dönüyorum ama kadın kıpırdamıyor bile. Yaşıyor demek.
Ne yaptığımı fark edip tüfeğimi yukarı doğrultuyorum. Ne yapacaktım yani? Uyuyan yaşlı bir nineyi mi vuracaktım? Ne kadar kötü kokarsa koksun, böyle bir hareket bir gemi dolusu kötü şansı üstümüze boca ederdi.
Arkamı dönerken yaşlı karıyı da gözden kaçırmamaya çalışıyorum. Sonraysa bir şeyin üstüne basıyorum. Bu şey ayrıca hareket ediyor. Birisi boğuk bir çığlık atıyor.
Burada biri daha var ve çürüyen yelkenlerin altına gömülüp kalmış.
Köşeye sıkışmış bir köpek misali benden uzaklaşıyor. Yüzünde delice bir ifade var. Giysilerine ve altın küpesine bakılırsa bir denizci. Uzun bir süredir pek beslenemediği de orada. Tam o an bacağındaki paslı prangayı görüyorum. Zincirle yakındaki bir duvara sabitlenmiş.
Onun bir tehdit olmadığını anlamamla birlikte Kader'in namlusunu indiriyorum. Bu tarafa dönüp kartlarını hazır etmiş T.F.'e başımla işaret veriyorum.
Bir elimi uzatıp tutsağa, “Sakin ol,” diyorum. “Buraya sana zarar vermeye gelmedik.”
“Çıkarın beni buradan,” diye fısıldıyor. Gözleri ben ve uyuyan yaşlı kadın arasında gidip geliyor. “Kurban edilmek istemiyorum. Sadece tacı aramam için gönderildim! Çıkarın beni, çıkarın beni, çıkarın beni...”
Panikledikçe sesi de yükseliyor. Bu zavallı adam ne kadar zamandır burada zincirli? Ve neden?
“Tamam, evlat. Sesini yükseltme,” diyorum sakin olmaya çalışarak.
“Çıkarın beni, çıkarın...”
T.F. “Sustur şunu,” diyor tıslayarak.
“Neden sürekli bana emirler yağdırıyorsun?” diye tersliyorum. Sonra da göstere göstere suç ortağıma dönüp parmağımı ona doğrultuyorum. “Bu bende, tamam mı? Tıpkı geçen seferki gibi...”
Bu aslında T.F.'den öğrendiğim bir oyalama tekniği. Ani bir hareketle hedefinin dikkatini çekip gözlerini bakmasını istediğin tarafa doğrultmasını sağlarsan, görmelerini istemediğin şeyi göremezler.
Tıpkı şu anda olduğu gibi. Tutsağın telaşlı gözleri T.F.'e kayıyor ve adam çok geç olana kadar benim ona yaklaştığımı fark etmiyor bile. Kader'in dipçiğini suratının ortasına indiriyorum. Onu öldürmek gibi bir niyetim yok. Sadece şöyle derin bir uyku çekmesini istiyorum.
Omzumun üstünden şöyle bir bakıyorum. Görünüşe göre kocakarı hiçbir şey duymamış. Muhtemelen sağırın teki. Yine de denizci epey sıkıntılı görünüyordu. Kadında epey tuhaf bir şeyler olduğunu düşünmeye başlıyorum…
“Eline sağlık,” diyor T.F.
Başımla onu onaylayıp bilinci kapalı tutsağın yanında dizlerimin üstüne çöküyorum. Biraz tanıdık görünüyor… “Sanki onu bir yerlerden çıkarıyorum.” Yakasını çekiştirip birkaç düğmesini açıyorum. Evet, ufak bir dövmesi var. Çapraz duran bir çift silah. “Aynen, bu Miss Fortune'un adamlarından biri. Hem de rütbelilerden. Onu geri almak için epey para verir bence.”
T.F. hoşnut bir şekilde kıkırdıyor. “Görünüşe bakılırsa tacın peşindeki tek kişi Prens değil.”
“Öyle görünüyor. Acaba daha iyi para verir mi?”
“Önce onu bulmamız lazım,” diyor.
“Peki o kurban edilme muhabbeti neydi?”
Bana kalırsa eğer o yaşlı kadın, Miss Fortune'un adamını paket edebildiyse ya yakınlarda ona yardım eden birileri var ya da göründüğünden çok daha kuvvetli biri. Ne olursa olsun burada uzun süre kalmak gibi bir niyetim yok.
“Hadi çıkıp gidelim buradan,” diye söyleniyorum. “Bu hiç hoşuma gitmiyor.”
“Ama çok yaklaştık!” diyor T.F. “Eminim burada bir yerlerde! Bana az daha zaman ver.”
Ben kaçmak isterken onun kalmak istemesi çok tuhaf bir his. Genelde işler pek böyle yürümüyor.
Yaşlı kadına kaygılı bir bakış daha atıp ardından istemeye istemeye onu onaylıyorum. “Pekâlâ. Ama elini çabuk tut.”
T.F. yere oturup kartlarını simetrik bir düzenle kapatmaya başlıyor. Onu kendi haline bırakıp etrafı araştırmaya koyuluyorum. Karanlık yerleri Kader'in namlusuyla kontrol ediyorum ve nereye bastığıma daha bir dikkat etmeye başlıyorum. Eski, lekeli sikkeler buluyorum ve aralarında birkaç altın kraken olması beni gerçekten şaşırtıyor. T.F.'in fark etmediğinden emin olmak için onu göz ucuyla süzüp sikkeleri cebe indiriyorum.
“Burada olduğundan emin misin?” diye soruyorum.
T.F. ben de göreyim diye kartlarından birini kaldırıyor. Resimde gördüğüm şey… yılan şeklinde altından bir taca benziyor.
“Bu kartı daha önce gördüğümü sanmıyorum,” diyorum.
T.F. de “Ben de öyle,” diyor. “Şu ana kadar böyle bir kart yoktu. Taç burada. Bir yerlerde.”
Şu kartlarını hiç anlayamayacağım.
Aramaya devam ediyorum ama bir süre sonra izlendiğimizi hissetmeye başlıyorum. Bu hissi pek sevdiğimi söyleyemem. Olduğum yerde dönüp gözlerimi karanlığa dikiyorum. Görüş açımın kenarlarındaki hareketleri hissedebiliyorum ama onlara odaklandığımda yaprak kıpırdamıyor. Kendimi toparlamaya çalışıyorum. Olsa olsa yengeçlerdir. Yine de buradan bir an önce çıkmak iyi bir fikir gibi görünüyor.
T.F. kendi kendine bir şeyler mırıldanıp kartlarını topluyor. Kaşlarını çatıp etrafı süzüyor. “Sana da izleniyormuşuz gibi geliyor mu?”
Demek ki bir tek ben değilmişim. İyi mi hissetsem, yoksa kötü mü bilemiyorum. Bir hareket ibaresi daha yakalıyorum ve gözlerim yerdeki ters dönmüş kovaya kayıyor.
Bu az önce hareket mi etti?
Ona odaklanmaya devam ediyorum ve biraz sonra yeniden hareket ediyor. Kova, zeminde azıcık daha ilerleyip duruyor. Hayatım boyunca pek çok tuhaf şeye şahit olsam da, sinsilik peşindeki bir kovayı ilk defa görüyorum.
Bir adım yaklaşıp ona doğru eğiliyorum. Yan tarafında bir delik var ve bir göz bu delikten bana bakıyor. Kocaman, sarı ve donuk bir göz.
“Şimdi elime düştün, seni küçük...” deyip Kader'i ona doğrultuyorum.
Yakalandığını anlayınca kovayı üstünden atıp kaçmaya başlıyor. Ateş etmeme ramak kala bunun sadece bir ahtapot olduğunu fark ediyorum. Lastiğimsi yaratık mağara zemininde ilerlerken T.F.'in gülüşünü duyuyorum. Ahtapot beklenmedik derecede hızlı.
Yalnızca bir gözü var ve geri geri kaçarken hâlâ bana bakıyor.
“İşte bu... her gün göremeyeceğin türden bir şey,” diyor T.F.
Çelimsiz yeşil hayvan sürüne sürüne yaşlı kadının uyuduğu taştan rafın yanına gidiyor. Ardından dokunaçlarını uzatıp tırmanmaya başlıyor.
T.F. tıslayarak, “Onu uyandırmasına izin verme!” diyor.
“Ne yapayım ateş mi edeyim? Sence bu onu uyandırmaz mı?”
T.F. kartıyla hazırda beklese de onu fırlatmıyor. Muhtemelen yaşlı kadına isabet etmesinden çekiniyor. “Bilmiyorum. Yakala onu işte!”
“Tek gözlü bir ahtapota dokunmaya niyetim yok, Tobias.”
Gerçek adını kullanınca bana ters bir bakış atıyor. “Bana bu adla hitap etmemeni söylemiştim. Artık adım Twisted Fate, tamam mı?”
Gözlerimi deviriyorum. “Sana o isimle hitap etmeyeceğim. Bu aptalca, kasıntı ve...”
Yaşlı kadın ürpertici şekilde burnunu çekiyor ve didişmemiz anında son buluyor. Ona dönüp baktığımızda yapışkan yaratığın dokunaçlarını kadının suratına sardığını görüyoruz. Pis bir ses çıkararak kendini iğrenç bir bone misali kadının başına geçiriyor. Kocaman sarı gözünü kırpıyor.
“Bu gerçek olamaz,” diye mırıldanıyorum.
Ardından kadın aniden oturur vaziyete geçiyor.
İtiraf etmeliyim ki kadın bir anda doğrulduğunda çıkardığım ses bana yakışmayacak kadar tizdi. Ama açıkçası T.F.'in çığlığı benimkinden çok daha beterdi.
Yaşlı kadının gözleri bir anda açılıyor. İkisi de yılan sütü kadar beyaz. Gözleri görmüyor ama yine de bize doğru dönüyor.
“Minik sıçanlar yine hırsızlığa mı çıkmış?” diye soruyor. Sesi aynen başına ahtapot geçirmiş bir deniz cadısından bekleneceği gibi. “Sizi yaramaz sıçanlar. Burada sizin için hiçbir şey yok…”
Kadın bacaklarını raftan indirip çıplak ayaklarıyla mağara zeminine basarken ben de, “Az bir dur bakalım, hanımefendi,” diyorum. Kader'i ona doğrultsam da bunu pek de umursamış gibi görünmüyor. “Biz ne sıçanız ne de hırsız. Yani evet belki hırsızız ama...”
T.F.'e dönüyorum.
“Sen de bir şeyler söylesene?” diyorum dişlerimin arasından.
T.F. “Derinlerin Tacı için buradayız,” diyor. “Eğer onu güzellikle bize verirsen hiç kimse sorun yaşamaz.”
Yaşlı cadı, yılan başlı bir asanın yardımıyla ayağa kalkıyor. Asasını o ana dek fark etmemiştim. Boş, bulanık gözlerini bize çevirip olmayan dişleriyle gülümsüyor. “Sizi akılsız sıçanlar,” diyor etrafa salyalar saçarak. “Siz çoktan boğuldunuz. Derinlerdeki Canavarlara sunuldunuz ve bundan haberiniz bile yok.”
Asasını hızla yere indiriyor. Sesin yankıları mağaranın dört bir yanını sararken kara sularda dalgalar oluşturuyor. Çubuk veya dallar kırıldığında çıkan sese benzer bir çıtırtı duyuluyor. Ardından duvarlarda kıpırdanmalar başlıyor.
Etrafı saran karanlıktan bir şeyler ayrılmaya başlıyor.
Büyük şeyler.
“Yengeçler,” diye homurdanıyorum. “Zaten başka bir şey olsa şaşardım.”
Tabii bunlar öyle normal yengeçler değil. Bu kadar çok bacağı olan yaratıklara hiçbir zaman normal denemez gerçi ama bu seferkiler cidden çok farklı. Öncelikle her biri küçük bir araba boyunda ve bizi paramparça etmeye ant içmiş gibi görünüyor.
Yampiri yampiri bize doğru yaklaşıyorlar ve her biri devasa mavi kıskacını sallıyor. Açıkçası bu kıskaç adamı ikiye bölecek kadar büyük olduğunda çok daha tehditkâr bir hale geliyor. Daha fazla yengeç sudan çıkıyor. Tıkırtılar çıkarıp kıskaçlarını şaklatarak yan yan mağaraya giriyorlar.
“Şunun tadına bir bak bakalım seni çok bacaklı!” diye kükreyip iki namluyu da bize ilk saldırana boşaltıyorum.
Tüfek sağır edici bir gürültüyle patlayarak devasa yengeci tatmin edici bir şekilde geri püskürtüyor. Ardından T.F. bir anlık kırmızı bir ışıkla kartlarından birini bir grup yengecin ortasına fırlatıyor. Kart infilak ederek her birini büyülü alevlerle kaplıyor.
Tüfeğimi tam zamanında yeniden doldurup hayvanlardan birinin daha üstüne boşaltıyorum. Yaratığın devasa kıskacı paramparça oluyor. Yengeç kabuğu ve et parçaları etrafa dağılırken kazulet sersemliyor. İkinci mermim gözlerini ve şaklatıp durduğu çenesini toza çeviriyor, yaratık sırtüstü düşüyor. Kader isabet ettiği yeri katır tepmişe çeviriyor.
İçlerinden biri T.F.'e yandan saldırmaya çalışırken bağırarak suç ortağımı uyarıyorum. Eğilerek kıskaçtan kurtuluyor ve bir kart daha atıyor. Kart, altın rengi bir ışıkla yaratığa çarpıyor. İsabet alan yengeç bir anda olduğu yerde donup kalıyor. Silahımı doldurup ateş ediyorum. Yengeç, dört bir yana parçalar saçarak suyu boyluyor.
“Buradan çıkmamız lazım!” diye bağırıyorum.
“Taçsız olmaz!” diye sesleniyor T.F. bir kıskaçtan daha sakınarak.
Sanki bana bir şeyleri kanıtlamaya çalışıyor. Sonuçta T.F. her zaman işler azıcık sarpa sarınca kaçar, bütün işi benim üstüme yıkardı. Ancak artık böyle biri olmadığına yemin ediyor ve sanırım bunu kanıtlamak için ölümü bile göze almış. Bana kalırsa bu tamamen aptalca. Takdir edilesi ama aptalca.
“Eğer ölürsek hiçbir işimize yaramaz!” diyorum.
Bir atış daha yapıyorum ama tetiği çektiğim anda lanet yengeçlerden biri kıskacıyla Kader'i yakalıyor. Haliyle hedefim sapıyor ve Derinlerin Sunağı'nı vurup paramparça ediyorum.
O ana kadar şen şakrak kahkahalara boğulan deniz cadısı öfkeli bir çığlık atıyor.
Bense Kader'i kıskacıyla yakalayan yengeçle boğuşmakla meşgulüm. Ne ben ne de yengeç tüfeği bırakacak gibi görünüyor.
Hırlıyorum. “O bana ait seni yampiri...”
Bir çift kart havayı yararak yengecin iki gözünü birden gövdesinden ayırıyor. Sonunda tüfeğimi bırakıp kör bir şekilde yalpalamaya başlıyor; duvarlara ve diğer yengeçlere çarpıp duruyor.
Başımla T.F.'e teşekkür etsem de onun bu tarafa bakmadığını görüyorum. Dik dik sunağa bakıyor. Yani sunağın az önce durduğu yere. Artık yerinde sadece bir taş yığını var. Görünüşe bakılırsa içi boşmuş ve serseri kurşunum onu yarıp geçmiş.
“Bak sen şu işe,” diyorum.
Görünüşe göre içinde gömülü biri varmış. Tabii kendisi artık enkazın sağından solundan çıkan kemik parçalarından ibaret. Ayrıca kafatasının etrafı eski bir taçla çevrili. Altın gibi parlayan ve tıslayan bir yılan şeklinde bir taçla…
Cadıya şöyle bir bakıyorum. Olanlar onu hiç mi hiç memnun etmemiş gibi. Yüzünde öfkeli bir ifadeyle zeminden yükselmeye başlıyor. Bir anlığına başıma aldığım darbeyi hafife mi aldım diye düşünmeden edemiyorum ve doğru gördüğümden emin olmak için gözlerimi kırpıştırıyorum.
Ama hayır, hayal görmediğim kesin. Yerden neredeyse bir metre yüksekte havada duruyor.
Sadece, “Ha?” diyebiliyorum.
Cadı dişlerini sıkıp asasını bize doğrultuyor ve havada bir delik açılıyor. İşin aslı burada mantığın zerresi bile yok ama bunu sadece bu şekilde açıklayabilirim. Delik, başlangıçta bir top güllesi kadar ama çabucak genişliyor. Sanki geminin gövdesinde açılan bir gedik gibi. Soğuk deniz suları buradan oluk oluk içeri akıyor ve dengemi kaybederek bir dizimin üstüne çöküyorum.
Deliğin içinde kıpırtılar da var. Devasa ve sarı bir göz, sert hareketlerle etrafı süzüyor. Tıpkı cadının tepesindeki şeyin gözünü andırıyor. Sadece yüz... hayır bin kat daha büyük. Yaratığın aslında okyanusun en karanlık derinliklerinde olduğu fikrine kapılsam da o burada, sanki oltanın ucundaki yemmişiz gibi bizi dikizliyor.
Birdenbire göz geri çekiliyor ve iki devasa dokunaç delikten üstümüze saldırıyor. İki namluyu birden ateşleyip içlerinden birini yaratığın gövdesinden ayırıyorum. Dokunaç mağara zeminine düşüp kıvranmaya ve mavi kanını etrafa saçmaya başlıyor. Diğeriyse dev yengeçlerden birini kolayca havaya kaldırıp deliğin içine çekiyor.
Yaşlı deniz cadısı, yüzünde şeytani bir gülümsemeyle olduğu yerde süzülmeyi sürdürüyor. Görünüşe bakılırsa arkasına yaslanıp yaratığın işimizi bitirmesini seyretmekten hoşnut.
“Al şu lanet tacı!” diye bağırıp yeniden ayağa kalkıyorum ve el yordamıyla bir çift taze mermiyi namluya sürmeye uğraşıyorum.
Sarı göz bir kez daha delikte belirip içeriyi süzüyor. T.F.'e doğru bakıyor ama bağırıp kollarımı sallamamla birlikte devasa gözbebeğini bana doğrultuyor.
Delikten hızla çıkan bir dokunaç beni yakalıyor. Ayaklarımı yerden keserken neredeyse göğüs kafesimi eziyor. Beni kim bilir nereye doğru çekerken bir şekilde Kader'i yaratığın gözüne doğrultmayı başarıyorum.
Bu bakışta koskoca bir deniz canavarından beklemeyeceğiniz zekâ pırıltısı var. Kader'i gördüğünde birazdan olacakları kestirebiliyor gibi çünkü hızla gözünü geri çekiyor. Ama yeterli bir hızla değil tabii. Kader ateş ve kurşunla kükrerken muazzam yaratığın acı dolu çığlığını duyuyor, hatta hissediyorum.
Beni aniden zemine bırakıyor. Mağaraya dolmaya devam eden sularsa beni doğrudan duvara yapıştırıyor. Neyse ki Kader hâlâ elimde. Piltover'a dönüp bir yenisini yaptırmaya hiç niyetim yok keza. Ancak ufak yüzme maceramda biraz su almış olması muhtemel.
Ağzımdan su püskürterek doğruluyorum. Bilgewater Körfezi'nin yarısını yutmuş gibi hissediyorum. T.F. tacı iskeletten alıp başıyla bana işaret veriyor.
“İşte şimdi gidebiliriz,” diyor.
Zar zor ayağa kalkıyorum. Canavar en azından şimdilik delikten çekilmiş gibi görünüyor ama su içeri dolmaya devam ediyor. Tüm mağara dize kadar suyla dolu ve içerideki ıvır zıvır etrafta yüzüyor. Kalan birkaç dev yengeç etrafta amaçsızca dolaşıyor. Olanlar onları şaşırtmış gibi.
Cadının tutsağıysa artık uyanık. Bir taşın üstüne tırmanmış, korkuyla etrafı gözlüyor. Onu suçladığımı söyleyemem. Zaten hâlâ zincire vurulmuş halde ve suların giderek yükseldiğini düşünürsek bu onun için hiç iyi değil.
Zavallı adama en azından bir şans vermek için Kader'i zincire doğrultup tetiği çekiyorum ama hiçbir şey olmuyor. Mekanizmasına su kaçmış olsa gerek.
Omuzlarımı silkip, “Üzgünüm, ahbap,” diyorum.
Cadı, T.F.'in tacı aldığını görünce hiddetle tıslıyor. Bize doğru süzülmeye başlıyor. Ayak parmakları dondurucu deniz suyunu yalıyor.
T.F. tacı bana doğru fırlatıyor ve onu sakar şekilde yakalıyorum.
“Neden bana veriyorsun?” diye bağırıyorum kükreyen suyun üstünden kendimi duyurabilmek için.
“Onu gözünün önünden ayırmak istemezsin diye düşündüm,” diye bağırıyor. “Alıp kaçmamı bekliyorsun ya.”
Bir an durup bunu düşünüyorum. Açıkçası hem biraz şaşırıp hem de biraz etkileniyorum. Eğer T.F. böyle devam ederse ona dair fikirlerimi gözden geçirmem gerekebilir.
Tabii bu sefer de cadı gözlerini bana dikiyor ve ağzında bir lanet geveliyor gibi görünüyor. Söylediğim gibi öyle batıl inançlarım yoktur ama aptal da değilim. Tacı ona geri fırlatıyorum.
“Sana güveniyorum,” diyorum bağırarak. “Yani biraz.”
Cadıya bir bakış daha atıyorum. Büyük sarı göz, arkasındaki delikten yeniden içeriyi süzüyor. Kader'in bıraktığı kırmızı izi görünce bir anlığına memnun oluyorum.
T.F. her biri arkasında büyülü bir ateş bırakan üç kart fırlatıyor. Cadıysa eliyle onu pek de ciddiye almayan bir hareket yapıyor. Görünmez bir güç onları saptırıyor ve hiçbiri hedefi bulmuyor. Cadı süzülerek yaklaşmayı sürdürüyor.
Dişsiz gülümsemesi tekrar yüzünü kaplarken çürümüş diş etleri ortaya çıkıyor. Bizi ele geçirdiğini düşündüğü kesin.
Kader'i sırtıma asıp T.F.'e, “Git hadi, çık buradan!” diye bağırıyorum. Bu sefer silahımı sarıp sarmalamaya vakit yok. Eğer bu vaziyetten kurtulabilirsem ona biraz bakım yapmam gerekecek.
T.F. gözünü kırpıp, “Diğer tarafta görüşürüz,” diyor. Ve ona inanıyorum. Kimin aklına gelirdi ki?
Cadı, “Yakala onları!” diye bağırıyor.
Asasını bize doğrultuyor ve devasa yaratık ileri atılarak delikten geçmeye çalışıyor. Bir dokunaç yığını içeri girerek bize doğru uzanıyor.
Artık gitme zamanı. T.F. kendi dalgasına bakıyor. Kartlar dans ederken o da buradan çıkmaya odaklanıyor. Ardından hem o hem de taç ortadan kayboluyor.
Benim sıram. Dokunaçlar bana doğru gelirken koşarak karanlık havuza dalıyorum. Umarım burası beni mağaraya getiren tünele bağlıdır. Yoksa bu kahramanca atlayış epey salak görünecek.
Suya dalıp yüzmeye başlıyorum. Hiçbir şey görebildiğim yok ama ihtiyat vakti artık çok geride kaldı. Doğrudan duvara toslayacaksam bile sorun değil. Şu anda çok daha büyük sorunlarım var.
Neyse ki sezilerim beni yanıltmamış. Hiçbir şey göremez halde karanlık bir kayanın altından yüzüp öbür taraftan çıkıyorum. Tekrar ilk mağaradayım. Deniz cadısının öfkeli çığlıklarının mağarada yankılandığını duyabiliyorum. O devasa dokunaçlardan biri ortaya çıkıp bir anda beni geri çekecekmiş gibi hissediyorum.
Derin bir nefes alıp yeniden dalıyorum.
Nefes nefese bir şekilde yüzeydeyim. Yönümü bilerek geri dönmenin daha kolay olması gerekirdi ama bu neredeyse beni öldürecekti.
Bir çift el beni kavrayıp yukarı çekiyor. Epey bir küfrün ve homurdanmanın ardından hem ben hem de T.F. teknemiz Gözüpek'e çıkıyoruz.
“Neden bu kadar ağırsın?” diyor inleyerek.
“Sen neden bu kadar çelimsizsin?” diye tersliyorum.
Deniz cadısının ya da hayvanlarının bizi takip edip etmediğini bilmiyorum ama bekleyip görmenin iyi bir fikir olmadığı kesin. Kürekleri kavrayıp çekmeye başlıyorum.
Dul Bırakanların hemen ötesinde bizi bekleyen bir gemi var. Hız için inşa edilmiş zarif yelkenli, Yükselmiş İmparatoriçe. Epey gösterişli bir şey. Altın varaklarla kaplı ve ön tarafında kedi başlı bir kadının sureti var; bahsedilen imparatoriçe bu olsa gerek.
Yelkenli bize dönerken T.F. de “Galiba Prens ödülünü almaya epey hevesli,” diyor.
“Öyle gibi.”
Yalnızca dakikalar içinde İmparatoriçe yanımızda beliriyor. Aşağı bir ağ atılıyor ve gayretli eller bizi güverteye çekiyor.
Prens ve mürettebatı burada bizi bekliyor. Prens hep tuhaf biri olmuştur. Shurima'nın kumlarla kaplı topraklarının kayıp hükümdarlarının soyundan geldiğini iddia ediyor. Yüzüyse altın rengi boyayla kaplı. Ancak parasını esirgemeyen biri olduğu da kesin.
“Getirdiniz mi?” diye soruyor Prens. O kadar istekli ki neredeyse altın dudaklarını yalayacak.
“Sen paramızı getirdin mi?” diye yanıtlıyorum.
Krakenlerle dolu iki kese ayaklarımızın önüne düşüyor. Eğilip inceliyorum. İkisi de epey ağır. Dediğim gibi, Prens her zaman kesenin ağzını açmıştır.
T.F. tacı takdim ediyor ve Prens büyük bir saygıyla onu alıyor. “Derinlerin Tacı,” diyor fısıltıyla. Ona bir kez daha bakıp ardından tacı pürüzsüz, altın başına geçiriyor.
Yüzünü koca bir gülümseme kaplıyor. Başıyla bizi onaylayıp güvertenin ön tarafına doğru ilerliyor. Ardından geminin baş tarafına geçip kollarını okyanusa doğru kaldırıyor.
Var gücüyle, “Yükselin!” diye bağırıyor. “Buyruğumu duyun, ey derinlerin sakinleri! Yükselin ve bana gelin!”
Prens'in mürettebatı büyük bir beklenti içinde ona bakıyor. T.F.'le göz göze gelip başımla Gözüpek'i işaret ediyorum.
Tacın işe yaramasını gerçekten beklemiyordum ve içimden bir his eğer haklı çıkarsam ortalıkta görünmememizin bizim için hayırlı olacağını söylüyordu. Tabii bu gece gördüklerimden sonra işe yarayacağı ihtimalini de göz ardı etmiyordum. Ve işe yaraması, oradan çok çok uzaklarda olmak için daha bile iyi bir sebepti. Ayrıca birilerinin onun oyuncaklarıyla oynaması muhtemelen deniz cadısının hiç hoşuna gitmeyecekti.
Yine de hayatımda gördüğüm en büyük yaratığın Yükselmiş İmparatoriçe'nin sancak tarafından otuz metre uzakta denizden çıkması epey şaşırtıcıydı.
T.F. ve ben çoktan yarım fersah uzakta, delicesine limana ulaşmaya çalışıyoruz ama canavar buradan bile akıl almaz boyutlarda görülüyor.
Sadece, “Ha?” diyebiliyorum.
T.F. bunu bile yapamıyor. Bir anlığına tekneyi alabora etme riskini tamamen unutup ayağa kalkıyor ve ağzı açık bir şekilde uzaktaki deniz canavarına bakıyor.
Yükselmiş İmparatoriçe'nin güvertesinde kollarını göğe açmış duran Prens'iyse zar zor görebiliyorum.
Canavar yükselmeye devam ediyor. Onu ufak bir ada sanmak mümkün. Tabii kafalarının ortasında parlak ışıkları, bir geminin direği kadar dişleri, kıvrım kıvrım dokunaçları ya da ay boyunda ölü gözleri olan pek ada yoktur herhalde.
Devasa yaratık, neredeyse tembelce bir hareketle dokunaçlarını Yükselmiş İmparatoriçe'ye sarıyor. Yelkenli yana yatıyor; toplar ve mürettebat suları boyluyor. Prensin hâlâ güvertenin ön tarafına tutunduğunu görebiliyorum. Ardından canavar muazzam ağzını kapatıp geminin ön kısmını Prens'le birlikte yutuyor.
Her şey bir anda olup bitiyor. Daha Beşinci Çan çalmadan Yükselmiş İmparatoriçe'den geriye bir iz bile kalmıyor ve canavar da suların altında kayboluyor.
Tekrar, “Ha,” diyorum. Eminim ikimiz de böyle bir şeyi beklemiyorduk.
Bir süre sonra yeniden küreklere asılıyorum. Tekneyi Ak Rıhtım'a bağlayıp toprağa ayak basana kadar hiçbir şey konuşmuyoruz.
“Bu gerçekten öyle böyle bir şey değildi,” diyorum.
“Kesinlikle.”
“Sence o deniz cadısı peşimize düşer mi?”
“Öyle sanıyorum.”
Biraz homurdanıyorum ve ikimiz de sessizce körfezin ötesine doğru bakıyoruz.
Nihayet T.F. “İçelim mi?” diye soruyor.
Aniden cadının mağarasında cebe attığım o fazladan krakenler aklıma geliyor. Mümkün olduğunca hızlı şekilde onlardan kurtulmak iyi bir fikir olabilir.
“İçelim,” diyorum başımı sallayarak. “Ve hepsi benden.”
Sarah Fortune, çizmeli ayaklarını masanın üstüne atmış şekilde oturuyor. Süslü bir kadehten içkisini yudumlarken rahat bir görüntü çizmeye çalışsa da bir eli derin ceplerinden birinde gizlenmiş dolu silahı sıkı sıkı tutuyor.
Eski sikkelerden, tarihi eserlerden ve kıymetli taşlardan oluşan bir hazine önündeki masanın üstüne yığılı. Pas, deniz kabukları ve kuru yosunlarla kaplı olsalar da burada Katliam Filosu'nun yarısını alacak kadar para var. Yine de Sarah Fortune pek etkilenmemiş numarası yapmakta. Fazla istekli görünmeye gerek yok.
“Yani adamımı geri getirmen ve bunlar karşılığında,” diyor hazineyi göstererek, “sen tam olarak ne istiyorsun?”
Deniz cadısı boş ve beyaz gözleriyle ona bakıyor. Ancak başına yapışmış yaratık altın rengi gözünü kırpıyor.
“Derinlerdeki Canavarlara sunulmuş iki sıçan,” diye tıslıyor cadı. “Benim için onları bulursan bu ve daha fazlası senin…”