Short Story
Savaşta Yitirilenler
YAZAR: L J GOULDING

Savaşta Yitirilenler

YAZAR: L J GOULDING

Başlamak İçin Kaydır

Savaşta Yitirilenler
YAZAR: L J GOULDING

Suretlerin Targon'un veya Targon halkının çıkarları için hareket ettiğini düşünmek yapılabilecek en büyük hata olur.

Ulu Dağ'a tırmanan ilk Rakkorların amacı, bu dünyadaki tüm ışığın ve haşmetin ilahi kaynağı olan kutsal güneşe yaklaşmaktı. Ama zirveye ulaştıklarında garip, bu dünyaya ait olmayan varlıkların kendilerini beklediklerini gördüler.

İlahlar falan değil. Ne dağda bir ilah var ne de dağın üzerinde. Suretler bunu hiç iddia etmedi ve Rakkorlar hiçbir zaman onları ilah olarak görmedi. Tüm ilahi kudretlerine rağmen semavi âlemin gök kubbesinden inmişlerdi ve Runeterra'ya yardım almadan geçmekten bile acizlerdi. Bu, uğruna çok şey harcayacakları bir yetenek olacaktı. En kötü özelliklerimizi bize karşı kullanacak kadar. Bizzat güneşin kendisine ihanet edecek kadar.

Bugüne dek suretler kendilerine ait olmayan bir dünyayı, aklımızın tam eremeyeceği sebeplerden ötürü, fanilerin en büyük planlarının bile yanında kısacık kalacağı bir zaman dilimi içinde manipüle etmeye çalıştı.

Fakat onları motive edenlerin insani şeyler olmadığından, tüm varoluşta onlar kadar gaddarlık ve aldatmaca potansiyeli olan başka bir grup olmadığından eminiz.

- ‘Son Güneşin Kabilesi’ eserinden, Helia Ruhani Lideri Malgurza.

Çalışmaktan yorulan Iula ellerini önlüğüne sildi ve elindeki bardağı havaya kaldırdı.

“Güzel hatırana, sevdiğim,” diye fısıldadı ve bir yudum aldı.

Tatlı sıvı ağzına doldu. Sıcaktı. Bir sonbahar gününün son ışıkları.

Sıvıyı bir süre damağında bekletti ve burnundan nefes alıp verirken ağzındaki tada odaklandı. Sonra bardağına baktı ve küçük hareketlerle altın rengi sıvıyı bardağın içinde çalkaladı.

“Nasıl?” diye sordu Hanne ve evin ağır kapısını kapattı.

Iula omuz silkti. “Fena değil. Belki biraz yıllanırsa daha güzel olur.”

İçeri giren genç kadın iki büyük tahıl çuvalını mutfak masasının yanında yere serdi ve kendisine bir bardak koydu. Iula, Hanne'nin bardaktaki sıvıyı kokladıktan sonra yavaşça bir yudum aldığını gördü.

Ardından Hanne öksürdü ve kendine gelmeye çalışırmışçasına gözlerini kırpıştırmaya başladı.

Üçüncü kez kırpıştırdıktan sonra durdu.

“Resmen... Resmen, resmen is tadı alıyorsun...” dedi zar zor. “Bal birası... böyle mi olur hep?”

Çatı kirişlerinden sarkan otlarda parmaklarını gezindiren Iula gülümsedi. “Hep değil. İçine ne koyduğuna bağlı. Geleneksel bir medu tadı için adaçayı tadının daha önde olmasını ummuştum. Belki bir dahakine daha fazla kullanırız. Ve taze olurlar; kurutulmuşla olmuyor.”

“Yine de pazara götürecek miyiz peki? O zamana hazır olur mu?”

“Sorun olmaz. Mühürlemeden önce tüm kavanozları biraz daha balla tatlandırabiliriz.”

Hanne yüzünü çok az buruşturarak bal birasını bitirdi ve bardağını bıraktı. “Sanırım ambarda son bir petek daha olacaktı,” dedi. “Ben getiririm.”

“Acele etme. Bu gece yapmam zaten. Yatmadan önce ekşi mayaya başlamalıyım.”

“Sıkıntı yok!” diye ısrar etti Hanne. “Şimdi gideyim de sonra küçük beye yemeğini yediririm.”

Küçük Tomis hâlâ masadaydı, oturduğu yerden çıplak ayaklarını ileri geri sallıyordu. Uzun bir gün olsa da gözleri hâlâ keskindi... ve de Iula'nın elindeki içkiye kitlenmiş vaziyetteydi.

Hanne'nin çıkmasıyla, “Ben de içebilir miyim?” diye sorması bir oldu.

Iula yalancıktan anlamamış gibi bir ifade takındı ve Tomis'e döndü. “Hanne bu leziz çorbayı hepimize yapmadı mı zaten?” diye sordu bardağıyla ateşi göstererek.

Tomis başını sağa sola salladı. “Ondan değil, medudan.”

“Çok hoş olmaz bence, değil mi?” diye cevap verdi ve bankın üzerinden geçip çocuğun yanına oturdu. Otururken diz ve dirsekleri gıcırdadı ama zaten hep gıcırdarlardı, o yüzden bu konuda yorum yapmayı yıllar önce bırakmıştı.

Tomis'in yanındaki büyük cam kavanoza parmağını hafifçe vurdu.

“Güneşte demlenmiş çayına ne oldu? İçmek istemez misin? Tüm gün yapmak için uğraştık ve sen de çok yardımcı oldun! Denemek için can atıyordum.”

Tomis yüzünü ekşitti. “Güneşte demlenmiş çayı artık sevmiyorum.”

“Olur mu öyle şey? Genç Rakkorlar için harika bir içecek. Tepeden tırnağa güneşin lütfuyla doldurur. Bunu istemiyor musun?”

Çocuk sessizleşti. Gözleri masaya ilişti.

“O zaman niye içkini karanlığa koydun?” diye sordu katı bir şekilde. “Kötü olduğu anlamına mı geliyor?”

Iula fazla mı ileri gittiğini düşünmeye başladı. “Hayır, hayır,” dedi gülerek. Kolunu Tomis'in omzuna koydu, “Kötü değil. Hatta hiç değil. Eşim ilk evlendiğimizde bana bal birası yapmayı öğretmişti. Biraz karanlıkta beklemeli ki içindeki... yani tadı...”

Dört yaşında bir çocuğa fermantasyonun ne olduğunu anlatamayacağını kabullendi ve gülerek burnunu parmağıyla dürttü.

“Küçüğüm, büyüklerin keyif aldığı çoğu şey karanlıkta olur. Günün birinde büyüyeceksin ve kocaman olacaksın, o zaman bu dediğimi anlayacaksın. İşte o zaman bal birasının tadına bakabilirsin! Ama şu an için ikimiz de çay içeceğiz! Gençlik bizden geçti, beni ayağa kaldırmasan da iki temiz bardak getirsen?”

Tomis kıkırdadı ve kilere koştu. Iula koşmasını izledi ve içkisinin sonunu gizli gizli bitirdi. Tam o anda evin kapısı açıldı.

“Tam,” dedi içkiyi hızla yuttuktan sonra, “iyisi mi üç bardak getir. Hanne döndü, o da içe-”

“Iula.”

Hanne'nin sesinde Iula'yı pürdikkat kestiren bir şey vardı. Hemen ayağa kalktı ve hâlâ açık kapının önünde bekleyen Hanne'ye yaklaştı. “Ne oldu?”

“Misafirimiz var. Sanırım... Sanırım bir Solari.”

Iula, gözlerini kısıp basit evinin tozlu bahçesinin ve buğday tarlalarının ötesinde alacakaranlık bir kasvete bürünen vadiyi süzdü.

İşte orada.

Gerçekten de uzaklarda soluk altın zırhının içindeki perişan adamı görebiliyordu. Adam ekinlerin içinde yavaş yavaş ilerliyordu ve hedefinin neresi olduğu gün gibi ortadaydı. Iula'nın evi ücra bir yerdeydi, en yakın komşusu birkaç saat kuzeyindeydi.

İç çekti ve cesaretini toplayıp avluya girdi.

“Selam, dost,” dedi yüksek bir sesle. “Güneş ışığı üzerinde daim olsun. Umarım dağların bu tarafına geçmek yorucu olmamıştır.”

Adam ne bir cevap verdi ne de adımları yavaşladı.

Iula konuşmaya devam etti. “Dilersen sana yemek ve su ikram edeyim ama üzülerek bildirmeliyim ki bir zamanlar sevgili eşimle paylaştığım yuvama artık savaşçı kabul etmiyorum. Belki onu tanırsın. Ra'Horak'lardan Pylas. 40 yıl önce Solariler arasında sevilen ve sayılan bir yiğitti. Onun hizmetlerinden ötürü rahibelerin himayesi altındayım. Burada düşman yok, seni temin ederim.”

Adam yine cevap vermedi.

Son hendeği de geçti. Artık evle arasında yüz metre ya var ya yoktu.

“Hanne,” dedi Iula sakin bir sesle, “kocamın kılıcını getirir misin?”

Kız kımıldamadı. Gözleri yaklaşan adama kilitlenmişti.

Iula ona sert bir bakış attı.

“Şöminenin üstünde asılı olan kılıç. Alıp bana getir. Hemen. Ve Tomis'i güzelce sakla.”

Bu savaşçıda bir gariplik vardı. Adam yaklaştıkça masmavi pelerininin savaşın izleriyle kirlenip yırtık pırtık bir hal aldığını görebiliyor, kalkanını yorgunmuş gibi gevşek gevşek tuttuğunu seçebiliyordu. Sapı eskimekten delik delik olmuş ve bükülmüş mızrağı, bitap düşmüş bir garibanın sabanı misali ardından sürüklenip geliyordu.

Iula bir adım geriledi. Adamın niye geldiğini bilmiyordu ama üçüne zarar vermek gibi bir niyeti varsa ona karşı savaşmaktan geri durmazdı.

Hanne kınındaki kılıcı göğsüne sıkıca bastırarak alelacele evden çıktı ve avluyla tarlalar arasındaki yola çıkan savaşçıyı görünce korkuyla ağzından belli belirsiz bir ses çıktı. Adam tökezledi ve Iula sol sandaletinin kana bulanmış ayağından sarktığını gördü.

Kalp atışları artık kulaklarında çınlıyordu.

“...Atreus?”

Adını duyan savaşçı duraksadı. Mızrağı avcundan kayıp yere düştü.

Sonra kendisi de düşmeye başladı.

Iula ve Hanne ne yaptıklarını anlayamadan ileri atılıp adamı yakalamaya çalıştı. İlahi bir varlığın böylesine bitap düşüp yere yığıldığını gören faniler için gayet anlaşılır bir tepkiydi.

Ama tabii ki ona yetişemediler.

Vaktiyle Pantheon ve Savaşın Sureti olarak bilinen Atreus yol üstündeki taşlara yüz üstü çakılınca miğferi bir tapınağın çanı gibi çınladı ve günbatımındaki vadide yankılandı.




Dört gün sonra adam uyandı. Iula'ya duyurmadan yatağından kalkmış, Hanne'yle ona bıraktıkları temiz tuniğini giymiş ve çakıllı girişten geçip mutfağa girmişti.

Atreus'un toparlanmaya başladığını burnuna yanık kokuları gelince anladı.

Mütevazı yatağından son hız fırladı, kalbi küt küt atıyordu.

“Hanne!” diye bağırdı. “Hanne, Tam'i bul gel!”

Yerler soğuktu ama sandaletini bulmakla hiç uğraşmadı. Odayı ikiye bölen perdeyi hızla çekti. Ahşap pervazın altından geçerken omzunu çarpınca bir küfür patlattı.

Girişten duman geliyordu.

“Hanne!”

Sızlayan omzunu tutup acıyla yüzünü buruştururken mutfağa inmeye başladı ve yol boyunca Hanne'nin küçük odasının taş duvarına vurdu. O an hatırladı; genç kız saatler önce pazara gitmiş olacaktı. Iula bu sorunu bir başına çözecekti.

Sonra köşeyi döndü ve donakaldı.

Atreus ekmek fırınının başında diz çökmüş, kalkanıyla hızlı hızlı küçük alevi yelliyordu. Gözleri dumandan kupkuru olmuş, elleri un ve isle kaplanmıştı.

Kafasını arkasındaki Iula'ya çevirdi.

“Beni affet,” dedi sesi çatlayarak. “Ben... Bilmiyorum niye böyle...”

Şaşkınlık ve hiddetle dolu bir ses çıkardı ve kilerden su dolu bir sürahi kaptı.

“Çekil, andaval herif!”

Suyla temas eden ateş sönerken fırından buhar yükseldi. Iula öksürüp tıksırmaya başladı ve geceliğiyle ağzını ve burnunu kapamak için sürahiyi bıraktı. Odanın orta yerinde süklüm püklüm dikilen adama dik dik baktı.

“Ne bekliyorsun? Açsana kapıyı!” dedi kızarak ve zar zor pencereye gidip kepenkleri dışarı sürdü. Sabah güneşi havanın karartısına hücum etti, pusun içinde her bir ışık teker teker seçilebiliyordu.

Atreus kapıyı açtı, bir an için duraksayıp kafasında bir şeyler tarttı ve ardından kapıyı yelpaze yaparak içeriyi temiz havayla doldurdu. Iula ona öfkeyle baktı ve fırının önünde diz çöküp hasarı inceledi.

Islanmış ve kömür gibi olmuş ekmeklerden birini harap olmuş fırından nazikçe çekip çıkardı. “Ve hepsi heba olmuş,” diye hayıflandı. Fırının taştan tabanı soğurken çıtırdadı, küllerle dolu su delikli ızgaradan yere süzülüyordu. “Ateş de söndü. İnanır mısın, doğru sıcaklığa çıkarmam bir gün sürmüştü.”

Arkasına bakmadan parmağını arkasındaki Atreus'a doğrulttu.

“Sana son gelişinde ne demiştim? Senden hayatta fırıncı olmaz. Bırak şu işin peşini.”

Atreus inanılmaz bir adanmışlıkla kapıyla yelpaze yapmaya devam ediyordu. “Kız istedi,” diye mırıldandı. “Ekmeğe bakmamı istedi. Gitmeden önce.”

Iula biraz zorlanarak ayağa kalktı. “Hanne'yle mi konuştun?”

Atreus başıyla onayladı. Kapıyı aralık bırakacak bir şey bulmak için etrafa bakındı ve sonra omuz silkip kalkanını kapı aralığına koydu. Iula Atreus'un ayağa kalktıktan sonra da gözünü kaçırdığını fark etti. Bakışları aralarındaki zemine kilitlenmişti.

Ve anlamadığı bir sebepten ötürü sanki karşısındaki adam hatırladığı kadar... kudretli değilmiş gibi hissetti. Sanki ondan bir şeyler eksilmişti. Bir zamanlar karakterindeki kararlı isyankârlığı anlamak için ona bir bakmak yetiyordu. Bu, müttefiklerine güven veren, karşısına dikilebilecekleri sarsan bir özellikti.

Ama bu geçmişte kalmıştı.

Parmaklarını sakalında gezdirdi, ne diyeceğini düşünüyor gibiydi. “Niyetim... Sana teşekkür etmek istemiştim, Iula. Bunca yıl bana yaptığın nice iyilik için.”

“Teşekkürmüş,” dedi Iula alaycı bir sesle. “Mutfağa adım atmadan teşekkür edeceğin bir yol buluruz artık. Belki ekime başlamadan önce mevsimi gelmeden tarlaları sürersin. Çamuru ateşe verecek halin yok ya. Gerçi büyük konuşmayayım. Belli olmaz.”

Atreus belli belirsiz gülümser gibi oldu ama mutlu çehresi anında ciddiye döndü.

Sonra bakışları Iula'nın ardına, evin önüne kaydı.

Iula duvarın arkasından eğilip içeri bakan Tomis'i gördü. Küçük parmaklarıyla duvarın köşesine tutunmuştu. Geceliğini silkeledi ve çocuğu yanına çağırdı.

“Gel, Tam. Gel de merhaba de. Yardım ettiğimiz adam bu. Adı Atreus, uzun zamandır arkadaşız. Çok uzun zamandır. Ama şu haline bakınca hiç öyle görünmüyor, değil mi?”

Çocuk kıpırdamadı. Atreus da hiç hareket etmedi.

Iula iç çekerek Tomis'in yanına gitti ve onu kucağına aldı. Mutfağa ilerlerlerken çocuk kafasını Iula'nın zedelenmiş omzuna koydu. “Senden korktu sanırım. Epeydir gördüğü ilk askersin. En son...” Lafını bitiremedi. Çocuğa gülümseyip kafasından öptü. “Tam, öksüz. Geride bıraktığımız birkaç yıl yüksek vadi sakinleri için zor oldu.”

Atreus bir Iula'ya bir Tomis'e baktı.

“Senin oğlun değil mi yani?”

Iula güldü. “Ciddi misin? Sen olunca emin olamıyorum.”

Atreus'un gözleri yine zemine devrildi. “Ben... Bir fikrim...”

“Hayır, Atreus. Bu delikanlı benim oğlum değil. Sen sormadan söyleyeyim. Hayır, Hanne kızım da değil. Ben 68 yaşındayım ve yaşımı gösterdiğimin farkındayım. Sabah yaktığın ekmeği affetmem için beni pohpohlamaya çalışayım deme. Sizin hiç yaşlanmış gibi görünmediğinizi biliyorum ama biz faniler gayet de yaşımızı gösteriyoruz.”

Karşısında duran savaşçıya, neredeyse tüm ömrü boyunca tanıdığı adama baktı ve daha önce hiç görmediği bir şey gördü.

Adamın gözleri yaşlarla dolmuştu. Titriyordu.

Ona doğru bir adım attı fakat Tomis kollarından huysuzca debelenip kurtulmaya çalışınca onu yere indirdi. “Git hadi, delikanlı. Odana git. Ben birazdan kahvaltını getireceğim.”

Rahatlatıcı gülümsemesine karşı, çocuk çok temkinli bir şekilde mutfaktan sıvıştı. Iula, sürahiye uzanırken iki büklüm olmuş Atreus'a döndü.

“Çok uzun zamandır yoktun,” dedi, elini rahatlatmak amacıyla adamın kolunun üstüne koymak üzere uzattı. “Merak etmeye başlamıştım—”

Atreus, dokunduğunu hissettiği anda yaz ayında yıldırım çarpmış gibi tepki verdi.

“Uzak dur benden!” diye feryat ederken öyle bir irkildi ki alçak ahşap bankın üstüne çullandı ve kafanın köşesine çarptığı alnını yardı.

Iula uzaklaştı, neredeyse o da dengesini kaybediyordu.

Atreus bir eliyle yüzünü örterken, ayağa kalkmaya ve kendini toparlamaya çalıştı. Açık kapının ardındaki boşluğa doğru geriledi ve dizlerini kendine doğru çekerek dünyayla arasında bir duvar ördü. “Dokunma bana, dokunma bana, dokunma bana,” diye defalarca mırıldandı.

Onun fiziksel olarak bu halde olduğunu görmek canını acıtıyordu fakat Iula, onun yakın zamanda aldığı yaraların etinden kemiğinden de derine işlediğini biliyordu.

Ve bu, bu gerçek onun canını hayal edebileceğinden bile daha fazla yakıyordu.

Kollarını sıkıca göğsünde kavuşturdu, bastırdığı hıçkırıklarla ağladı, önlüğünün kumaşını sımsıkı kavradı ve onun tam karşısında yere doğru çökerek oturdu.




Bir süre öylece oturdular. Iula uzunca bir süre hiçbir şey söylemedi. Pencereden içeri sızan güneş ışığının yavaşça gri taşlar üstünde süzülmesini izledi. Ne eklemlerindeki romatizma ağrılarını ne de üşüyen ayaklarını düşündü.

Sonunda Atreus sakinleşip başını biraz eğince gözlerini kollarına silip yutkundu.

“Ne oldu sana, eski dostum?” diye sordu.

“Bilmiyorum. Pek... Pek bir şey hatırlamıyorum.”

“Peki ne hatırlıyorsun? En son buraya geldiğin zamanı hatırlıyor musun? Birbirimizi son görüşümüzü?”

Biraz kaşlarını çattı. “Sanırım. Ne kadar zaman oldu?”

“Altı yıl, Atreus. Seni altı yıldır görmedim.”

Sözleri, beklediğinden daha uzun süren bir sessizliğe sebep olmuştu. Bir süre ona vermek istediği yanıtı bulmaya çalışan Atreus'u izledi.

“Ben... Galiba zirveye geri döndüm,” diye mırıldandı. “Galiba yeniden dağa tırmandım.”

Iula'nın gözleri fal taşı gibi açıldı. “Ama...”

“Biliyorum. Bu mümkün olmamalı. Ama olan bu.”

Bu, düşündüğü her şeyin çok ötesindeydi. Shurima İmparatorluğu'ndan bile daha eski efsanelerde Targon Dağı'nın zirvesine ulaşan ancak hiçbir suret tarafından ele geçirilmeyen insanlardan bahsedilirdi. Bu kişiler sonrasında tüm imkânsızlıklara rağmen utanç veya zaferle kendi halklarının arasına dönerdi. Tabii bu hikâyeler çoğu zaman pek ayrıntılı anlatılmaz ve genelde sadece ders niteliği taşıyan kıssalar olarak görülürdü.

Ancak herhangi bir faninin, bir sureti taşıyor olsa bile bu tırmanışı iki defa gerçekleştirmesi...

Bu duyulmuş şey değildi.

Avcunu yere vurup güldü. “Eski dostum,” dedi neşeyle, “eğer birisi dünyanın kurallarını baştan yazacak olsaydı bu senden başkası olmazdı!”

Atreus başını iki yana salladı ve Iula havadaki tüm neşenin yok olduğunu hissetti.

“Hayır,” diye yanıtladı Atreus. “Ben değildim.”

“Öyleyse kim?”

“Viego.”

Bu adı daha önce hiç duymamış olmasına rağmen içini bir ürperti kapladı. Kelimelerin ya da isimlerin, yaşayanlar üstünde bir güce sahip olduğunu düşünen biri değildi. Belki bu tamamen Atreus'un onu söyleyiş şeklinden kaynaklıydı. Bakışlarında bir kasvet belirmişti.

“Viego. Kara Sis'i diyarlarımıza getiren kadim kral. Ona karşı savaşmaya çalıştım ama o... o...”

Atreus istemsizce başını kaşıdı.

“O beni kuklası yaptı, Iula. Sanırım çok ama çok kötü şeyler yaptım.”

Iula kaskatı kesilmişti. Atreus vadiye geri dönerken onun nasıl perişan halde olduğunu hatırladı. Ne o ne de Hanne bir suretin silahlarını köreltip zırhını solduracak kadar kudretli bir düşmanın ne olabileceğini hayal edebilmişti.

Belki onlar düşman bile değildi.

Dizlerinin üstüne kalktı ve tüm adaletsizliğin karşısında başını sallamaktan kendini alamadı. “Üzgünüm. Yıllar önce Pantheon tarafından kontrol edilmenin senin için ne kadar zor olduğunu biliyorum. Çok zor zamanlar geçirmiş olmalısın... Ah, Atreus. Sana olanlar için gerçekten çok üzgünüm, dostum.”

Yavaşça ve dikkatlice yeniden ona doğru uzandı. Atreus bu sefer irkilmedi ama yüzü kederle kaplıydı.

Bir kez daha “Ah, Atreus,” dedi ve onu kollarıyla sarmalayıp mutfağın zemininde yavaşça bir ileri bir geri sallanmaya başladı. Atreus yaralı elleriyle kadının giysilerini tuttu ve başını onun göğsüne yasladı. Yıllar önce buraya gelen genç Tomis'ten çok farklı değildi.

Ağlamanın kıyısındaki Iulia da gözlerini kapadı.

“Neye ihtiyacın varsa söyle, eski dostum,” diye fısıldadı. “Senin için elimden ne gelirse yaparım. Bunu biliyorsun.”

Atreus derin bir nefes aldı.

“Bana pes etmenin normal olduğunu söyle,” diye cevap verdi.

Iula bir anda buz kesti. “Ne?”

“Dünyada çok fazla kötülük var. Bunu ikimiz de gördük. Onunla o kadar uzun süre savaştım ki öncesinde ne olduğunu bile hatırlamıyorum... artık çok yoruldum. Gerçekten yoruldum, Iula. Faniler ölümsüz kralları ya da düşmüş ilah savaşçıları nasıl yenebilir ki? Suretleri ve kölelerini. Ruhlar âleminden gelen iblisleri. Runeterra gitgide onların oyuncağı haline geliyor. Ben hep tek yapmam gerekenin ne olursa olsun tekrar ayağa kalkmak olduğunu sanırdım. Ama ben bile düşman haline getirilebiliyorsam artık sadece direnmek yeterli değil.”

Dişlerini sıkıp kadının gözlerinin içine baktı.

“En kötüsü de suretim öldürüldükten sonra elimde kalan tüm gücü kaybettim. Bunu Viego yapmış olmalı. Beni semavi âleme bağlayan şey her neydiyse artık yok. Ben... Ben sadece bir insanım. Bu yüzden bana tüm bunları geride bırakmamın sorun olmayacağını söylemene ihtiyacım var. Yalnızca sen bunu...”

Iula onu itip sendeleyerek ayağa kalktı. Damarları adrenalinle dolmuştu. Kaybolan şey, yıllarca kendini güvende hissetmesini sağlayan o yılmaz cesaret değildi.

O gerçekten pes etmişti.

“Bunu nasıl söylersin,” diye mırıldandı.

Atreus şaşkınlıkla ayağa kalktı. Koluyla yüzünü sildi.

“Anlayamıyorum...”

“Bunu nasıl söylersin!” diye bağırdı Iula. “Böyle bir şeyi sormayı nasıl aklından geçirirsin?”

Afallayarak istemsizce yumruklarını sıktı. “Artık yapamıyorum. Lütfen.”

Iula'nın boğazından ekşi bir tat yükseliyordu. Öfkesi öylesine kızgındı ki artık ayaklarının altındaki zemini bile hissetmiyordu.

“Lanet olsun sana,” dedi iğrenerek. “Lanet olsun. Korkak. Bunu bana nasıl söylersin.”

“Iula, lütfen dinle...”

Iula ona sert bir tokat attı.

Ardından bir tane daha.

Atreus kendini korumaya çalışmadı, yalnızca şaşkınlıkla yukarıdan ona baktı. Yanağı hızla kızarıyordu.

Iula ağlayamadı bile. Öfke onu sarmıştı. “Seni seviyordu, Atreus! Pylas seni bir kardeşten bile fazla seviyordu. O benim kocamdı ama ona ne kadar yalvarsam da seninle o lanetli dağa, çıkmasına engel olamadım. O benimdi ve sen onu orada kaybettin!” Acı bir çığlık atıp tırnaklarını onun kollarına geçirdi. “Onun yanındaydın, Atreus. O ölürken ona sarılan sendin. Peki benim elime ne geçti?”

Pylas'ın kılıcının asılı olduğu rafı işaret etti.

“Yalnızca bir kılıç. Ve başka hiçbir şey.”

Iula başını kaldırıp çatının ötesinde olduğunu hayal ettiği açık gökyüzüne baktı.

“Bana ne kaybettiğini ve artık devam edemeyeceğini söylemeye cüret etme. Senin emekli olman mümkün değil. Öyle bir seçeneğin yok. Bu seninle ilgili değil. Asla olmadı. Sana yardım ettim çünkü Pylas böyle isterdi. O öldükten sonra bir asker olup seninle birlikte cepheye gitmeye bile çalıştım. Senin için canını verdi. Sırf tüm Ra'Horak'lardan daha yüce bir varlık olabil diye. Tüm fanilerden daha yüce.”

Atreus başını salladı. “Ama değilim.”

Iula öfkeyle şömineye gidip kılıcı kınından çekti ve Atreus'un kalbine dayadı.

“Öyleyse sana ihtiyacımız yok! Suretlere istedikleri savaşı verelim ve her şeyin sonu gelsin!”

Güneşin altında dövülmüş çelikten kılıcın ucu Atreus'un tuniğini deldi ve göğsünü kanattı. Başını eğip yavaşça kumaşa yayılan küçük kızıl noktaya baktı.

Ardından tekrar Iula'ya döndü.

“Hangi savaş?” diye sordu cılız bir sesle.

Iula kılıca daha sıkı sarıldı ve o anda bu hamlesiyle ne başarmaya çalıştığını aslında kendisinin de bilmediğini fark etti.

“Solariler, Atreus. Onlar başlarını çevirdikleri her yerde sapkınlık görüyor. Ve yalnızca Lunari olduğundan şüphelendikleri kişileri değil, onları sakladığı düşünülen kişileri de öldürüyorlar.” Elleri kabzayı kavradığı için başıyla girişi işaret etti. “Tomis'in bütün köyü... Ra'Horak hepsini bir bir katletti. Suretler faniler gibi batıl inançlara düşünce sonucu bu oluyor. Eski yoldaşların yeni kurtarıcılarının ışığında kör olup karanlığa düştü.”

Atreus'un suratına bir şeyler hatırlamış gibi bir ifade gelip gitti, sanki yitip giden bir rüyasını gözünün önüne getirmeye çalışıyordu. “Ve Ayın Sureti... Henüz Lunarilere liderlik etmek için öne çıkmadı.”

“Peki çıkınca ne olacak? Her şey daha ne kadar kötüye gidecek?” Iula öfkeyle hırladı. “Onlara karşı geleceğine ant içmiştin, Atreus. Bu dünyanın kaderini insanlıktan nasibini almamış gaddarlara bırakmayacaktın; yerlerinde durmaya karar verseler bile. Sana olanlar yüreğimi dağlıyor, emin ol... Ama yeminini bozmana izin vermemi bekleme. Olan bunca şeyden sonra bunu yapamam.”

Atreus yavaş yavaş, ne yaptığının gayet farkında, kılıcın gövdesini sağ eliyle kavradı. “Güneşin veya ayın suretini öldürmek Targon'daki çatışmayı bitirmez. Sonuçta savaşın ölümü de ebedi barış getirmedi.”

“Sus. İnanmak istediklerini kendi kandırarak temize çıkarmaya çalışma. Ne yapman gerektiğinin farkındasın, yap. Sen buraya geldiğinde o küçük çocuğun senden ödü kopuyordu ama yine de gördüğü an senin miğferini ve mızrağını kuşanmak istedi. Şimdi harekete geçmezsen o çocuğun savaştan başka bir geleceği olamayacak. Diğer tüm Rakkorlar gibi büyüyecek, savaşacak ve ölecek.”

İçindeki haklı öfkeyi sesine yansıtabildiği kadar yansıttı.

“Tekrar ayağa kalkman gerek, Atreus. Dul bir çiftçi olmak istemedim. Tüm bunlar bana kalsın istemedim. Hem bildiğim hayatı hem de sevdiğim adamı kaybettiğimi kabul etmem gerekti. Şimdi senin de kocamın sana boşu boşuna güvenmediğini kanıtlaman gerekiyor. Ben ve daha nicelerinin fedakârlıklarının hakkını vermen gerekiyor. Suretlerin halkımızın kökünü kazımasını engellemen gerekiyor.”

Atreus Iula'nın ona yakın olan elini kavradı ve kılıcını ileri sürmesini rica eder gibi nazikçe kendisine çekti. Suratında olacakları kabullenmiş gibi bir ifade vardı.

“Yapamam,” diye bir fısıltı süzüldü dudaklarından, sesi çatlıyordu. “Yeteri kadar güçlü değilim.”

Bardağı taşıran son damla bu olmuştu. Iula için bu konuşma bitmişti.

Kılıcı yere atıp Tomis'in odasına yöneldi. “Eh, madem gıkını çıkarmadan ecelini bekleyeceksin, kocamı gördüğünde ona onu çok sevdiğimi söyler misin?” dedi ardına bakmadan yüksek bir sesle. Sonra ürkmüş çocuğu kucağına aldı ve gözünde yaşlarla hızla evi terk etti. Atreus peşlerinden geliyor mu diye dönüp bakmadı.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordu Tomis.

Çakıllı yolda çıplak ayakları kesilen Iula'nın yüzü buruştu ama adımları yavaşlamadı.

“Daha fazla odun keseceğiz, küçüğüm,” dedi bir şekilde gülümsemeyi başararak. “Bugün bir kez daha ekmek yapacağız.”




Döndüklerinde Atreus gitmişti.

Iula Pylas'ın kınından çıkmış kılıcının yanına iliştirilmiş notu görmezden geldi ve dönüp kapıyı kapattı.

Kendisini gözlerinin pazardan dönen Hanne'yi aradığına inandırmaya çalışarak vadinin ardına uzanan uzaktaki patikaları taradı ama kimseyi göremedi.

Sakinleşmek için derin bir nefes aldı, yavaşça dışarı verdi ve şöminenin yanına gidip soğuk fırının önünde zorlandığını gösteren bir inlemeyle diz çöktü. Notu avcuyla büzüştürüp okumadan delikli ızgara sıkıştırdı ve tepeyi çırayla doldururken gençliğindeki şarkılardan birini mırıldanmaya başladı.

Tüm içtenliğiyle eski dostunu bir daha görebilmeyi, onun düştüğü gölgelerden hepsinin iyiliği için öyle ya da böyle bir yolunu bulup sıyrılmasını umuyordu.

Ama o gün gelene kadar kocasının kılıcını bilemeye devam etmesi ve zamanın getirecekleriyle korkmadan yüzleşmesi gerekecekti.