Short Story
Savaş Kardeşliği I: Eski Yaralar
YAZAR: IAN ST. MARTIN

Savaş Kardeşliği I: Eski Yaralar

YAZAR: IAN ST. MARTIN

Başlamak İçin Kaydır

Savaş Kardeşliği I: Eski Yaralar
YAZAR: IAN ST. MARTIN

“Duyduklarından anlamadığın var mı?”

Tifalenji karanlıkta diz çökmüştü. Ses ona hitap edince başını kaldırmadı çünkü ses de karanlığın bir parçasıydı. Odayı çürüyen çiçeklerinki gibi ılık ve mide bulandırıcı tatlılıkta bir kokuyla dolduruyordu. Böyle şeyler hayatını rünlerin girdisini çıktısını öğrenmeye adamış kişiler için hiç de tuhaf değildi. Tifalenji de çok genç bir rün ustası olmasına rağmen etrafındakileri hiç sorgulamıyordu.

Bir şeyin kendi kavrayışının ötesinde olduğunu ne zaman kabulleneceğini öğrenmişti.

“Her şeyi anladım,” diye yanıtladı.

“Mükemmel.”

Karanlık hırıldadı. Sanki nefes alıyordu. “Ustan senden övgüyle bahsetti. Beceriklidir.” Bu kelimeyi başka bir sesle, Tifalenji'nin hocasının sesiyle söylemişti. “Becerikli kimseler çok işe yarayabilirler.”

Tifalenji yutkundu. Havanın yer değiştirdiğini, odanın sanki insanlarla dolmuş gibi ısındığını hissetti. Gözünün ucuyla bakmaya cesaret edebildiğinde, duvarın önüne kendisinin ve sesin kaynağının etrafında halka olacak şekilde dizilmiş cüppeli siluetlerin giysilerini gördü.

“Ayı seyret.” Yere aniden gümüş rengi, soğuk bir ışık yansıdı. “Yolunu, nasıl döndüğünü gör.”

Tifalenji'nin zihni harıl harıl çalışmaya, karşısına çıkacakları düşünmeye başladı. Ona tanınan süre kum saatinin içindeki kum taneleri gibi bir bir akarak tükeniyordu.

“Her şeyden önce görevini hatırla.” Karanlıktan uzanan bir el Tifalenji'nin çenesini kavradı. “Bulup bize getirmen için sana güvendiğimiz şey dünyada tek.” El Tifalenji'nin yüzünü kaldırdı ve genç kadın kendi yüzünün kusursuz bir yansımasını gördü. Başkasının gülüşüyle gülümsüyordu.

“Ama senin yerini kolayca doldurabiliriz.”


Erath Noxus'un bir oğluydu. Kabilesinin Noxus'ta doğan ilk kuşağındandı. Eğitimi yürümeyi öğrendiği an başlamıştı.

Dayanıklılık. Disiplin. Azim.

Çobanlar arasında büyümüş, hasat zamanı gelene kadar sürü ve yük hayvanlarını besleyip bakımlarını yapmıştı. Yanından asla ayırmaması tembihlenen küçük bıçağıyla çabucak ve temiz öldürmeyi öğrenmişti. Noxus ondan hizmetini istediğinde, bu öğrendiği çok işine yarayacaktı.

Kendi düşmanlarını, imparatorluğun düşmanlarını öldürmeyi öğretmişlerdi ama asla onlardan nefret etmeyi öğretmemişlerdi. Çünkü Noxus'un imparatorluğun bir düşmanını kucaklayıp Erath'ın asi bir kardeşi yapması, onu güçlendirmek için ordu saflarında yanına dikmesi bir törene bakardı.

Babası bir zamanlar Erath'a seferde aldığı yaraların soluk mor izlerini gösterirken, “Kardeş olana kadar öldür,” demişti. Erath da düşmanlarından hiç nefret etmemişti ama burada çevresinde olup bitenlerin çapına baktıkça, kim olduğunu dahi bilmediği düşmanına acıyordu.

Sokaklar bitmek bilmez bir resmi geçitle sarsılıyor, Ölümsüz Hisar'ın bulvarlarından ve caddelerinden on binlerce asker akıyordu. Savaş naralarının, şarkılarının ve marşların ilkel ritmi düzinelerce dilden yayılıyordu. Noxus ordusunun tüm ihtişamı kılıçlarla ve onları tutan, imparatorluğun her köşesinden gelme ellerle sergileniyordu. Postlara ve tören giysilerine bürünmüş kabile orduları yollardan kasıla kasıla geçiyordu. Ardından düzenli sıra olmuş, karartılmış demirden plaka zırhlara bürünmüş ordu mangaları ve parlak renkte üniformalar giymiş bir bölük Shurima'lı donanma askeri geliyordu.

Onların ardından daha da çok asker gelmeye, geçmeye devam ediyordu.

Sayısız halk, tek bir imparatorluk. Bu görkem, bu saf güç gösterisini görmek Erath'ın yüreğine dinginlik veriyordu.

Erath'ın kendi kabilesi, onları Dalamor ovalarından güneydeki başkente getiren nehir gemisinden inmekle meşguldü. O da silah arkadaşları da varışlarından önce iki günlük yoldan görünen Ölümsüz Hisar'ı, şehrin ortasındaki yekpare kadim taştan yapıyı görünce küreklerinin ardından hayranlıkla bakmışlardı. Bakışlarını kabile şefleri Yhavi'nin bir grup levazım subayıyla didişmesinden tekrar yapıya çevirip, ona bu sefer de şehrin sınırlarının içinden baktı. Güneş Hisar'ın merkezindeki üç devasa kulenin arasına sıkışmış, parlak bir mücevher gibi oraya yerleşmişti.

Erath'ın aklına yine kim olduğunu bilmediği düşman gelince gülümsedi. Bunun karşısında kim durabilir ki?

Mızrakçılardan Donnis Erath'ı dürterek düşüncelerini dağıttı, onu çağıran şeflerini başıyla işaret etti. Hemen gidip Yhavi'nin karşısında durdu. Şeflerine, emirlerinin yazılı olduğu bir tomar parşömen verilmişti.

Yhavi emirleri incelerken kabilelerinin dilinde, “Yakında hareket edeceğiz,” diye söze girdi.

Erath heyecanına yenilerek, “Savaşın nerede olacağını söylemediler mi daha?” diye sordu.

Yhavi delikanlıya bakmadan önce gözlerini kısarak Noxus'ca yazıyı inceledi; kaşlarını çatarak, “Hayır,” dedi. “Ama bunun senin için önemi yok. Sen bizimle gelmiyorsun.”

“Anlamadım.” Erath da şefi gibi kaşlarını çattı. “Ben senin savaş uşağın olmayacak mıydım?” Erath bu onuru, kabilesi memleketinden ayrılmadan önce bir kanlı savaş sınavında kazanmıştı. Savaş kafilesinde Yhavi'nin savaş takımlarını taşıma, savaştan önce yadigâr kılıcını bileyip yağlama, şefinin silahlarını kuşanmasına yardım edip yaralarını sarma ve başlarına bir felaket gelir de Yhavi hayatını kaybederse naaşıyla ilgilenme hakkı Erath'ındı. O olmayacaksa kim olacaktı?

“Yine savaş uşağı olacaksın,” dedi Yhavi. “Ama benimki olmayacaksın. Başka bir yerde görevlendirilmişsin.” Erath'ın aklının karıştığını sezince konuşması sertleşti. “Noxus için.

Erath dikleşti, aklındaki soruları bir kenara itti, ifadesiz ve katı bir yüzle yumruğunu göğsüne vurarak selam verdi. “İmparatorluk için.”

Yhavi bu selama karşılık verip onayla başını eğdi. “Çağrıldığımızda hepimiz silahlarımız keskin, zihnimiz hazır gideceğiz.”

Erath derin bir nefes alarak hayal kırıklığını aklından çıkardı. “Hazırım.”

Yhavi'nin sert yüzü yumuşadı, delikanlıya sevgiyle gülümsedi. “Biliyorum Erath. Seni bugün görse gurur duyardı, onu da biliyorum.” Erath bir an yere baktı. Yhavi ona sıkıca sarılıp mühürlenmiş ufak bir yazı verdi. “Hemen ilerimizdeki kanalın karşı yakasına geçip Hisar'ın dokuzuncu kapısına git. Seni lejyon askerleri durduracak. Bunu onlara göster.”

Trifaria Lejyonu'nun lafının geçmesi bile Erath'ı daha da dikleştirmeye yetti. Yazıyı inceledi. Parlayacak kadar ağartılmış kâğıtla kardeşlerine verilen parşömenin sertliğini karşılaştırdı. Daha önce hiç kâğıt görmemişti. Parmaklarına çok narin geliyordu.

“Belli ki kader sana başka bir yol çizmiş, enhasyi,” dedi Yhavi. Savaş yolunda izini bırakan savaşçı anlamına gelen bu kabile deyimiyle Erath'ı övmüştü. Yara izleriyle dolu elini Erath'ın omzuna koyup delikanlıyı gönderdi. “İyi yürü.”


Erath, kendini savaşa hazırlamakta olan şehrin kalabalığı arasında yol aldı. Hayvancılık yapılan tenha bir köyde büyümüş bir çocuk için her şeyin büyüklüğü parmak ısırtıcıydı. Yeni seferlere giden orduların aşındırıp dümdüz ettiği sokakların üzerinde taştan, demirden ve camdan koskoca binalar ve anıtlar yükseliyordu. Erath insan seliyle birlikte ilerledi. Kalabalıktan neredeyse kollarını bile kımıldatamıyordu. Bu kadar farklı halk, farklı dil olduğunu hiç düşünmemişti. Tüm bunlar neredeyse akıllara durgunluk verecek nitelikteydi ama zihnini görevine odakladı.

Kabilede Noxus'ça bilen pek yoktu ama Erath karma konuşma dili olan Va-Noxus'çayı derdini anlatacak kadar biliyor, imparatorluğun yazılı dilini de çat pat anlıyordu. Yoldaki tabelalara ve duvarlara kazınmış işaretlere bakıp yeni komutanına kendini tanıtacağı dokuzuncu kapının hemen ileride olduğunu kestirebiliyordu.

İçinde eşyalarının olduğu çuval bezinden çantayı sırtlanan Erath, elini yeleğinin içine soktu. Parmakları boynuna taktığı kemik muskaya değdi. Elini muskanın üzerinde bir an tutup rahatladıktan sonra, ağartılmış kâğıda yazılıp sıkıca rulo yapılmış emirlerini yokladı. Bu minicik şeyin kıymetinden sürekli yeni liderinin kim olduğunu ve görevlerinin ne kadar önemli olacağını düşünüyordu. Düşüncelerine o kadar dalmıştı ki kapının önündeki avluya düşen iki upuzun gölgenin altına girdiğini fark etmedi.

Khosis g'vyar!

Erath keskin bir metal şangırtısıyla olduğu yerde kalakaldı. Bakışlarını yerden kaldırınca, boyu onunkinden uzun iki tane baltalı mızrağın pırıl pırıl ağızlarını gördü. İkisi de kalbine çevrilmişti. Mızrakları karartılmış demirden zırhlar giyen, omuzlarında yeni dökülmüş kan rengi pelerinler dalgalanan, çivili savaş miğferlerinin ifadesiz maskeleriyle ona tepeden bakan iki canavar tutuyordu.

Erath'ın nefesi boğazında tıkandı. Trifaria Lejyonu askerleri. Sonra kapılarda parmaklık olmadığını gördü. Bu iki seçkin Noxus'lu savaşçı parmaklıktı.

Lejyon askerlerinden biri, maskesinin her nasılsa kalınlaştırıp insan üstü bir düzeye yükselttiği sesiyle gürleyerek meydan okumasını yineledi. Sözcükler yabancıydı, ağır ve tanımadığı bir aksanla söylenmişti.

Va-Noxus'ça mı konuştu? Erath gözlerini kısıp öğrendiklerini anımsadı. Savaşçı başını yana eğdi, moloz yuvarlanması gibi bir sesle boğazını temizledi.

Daha kesik tonlamayla, “Nere git küçük kılıç?” diye gümbürdedi tekrar.

Erath söylenenleri anlayabilince, boğulurken suyun yüzeyine sonunda çıkabilmiş biri gibi nefesini verdi. Ama dili yine de ona itaat etmiyor, birbirlerine çarpmasınlar diye mücadele ettiği dişlerinin arkasında şişmiş halde yatıyordu. Yavaş yavaş yeleğinin içine uzandı, lejyonerlerin gerildiğini görünce yüzünü buruşturdu ve kâğıdı çıkardı.

Savaşçılar bakıştılar. Biri, konuşmuş olan, mızraklı baltasını omzuna yasladı. Ağır çizmeleriyle yeri sarsan adımlar atarak Erath'a yaklaştı, delikanlıdan sadece bir adım geride durdu. Erath başını kaldırdı. Adamın göğsüne anca geliyordu. Emrinin yazdığı kâğıdı uzattı.

Lejyon askeri kâğıdı Erath'ın elinden aldı. Kâğıt adamın kalın, zırhlı parmakları arasında çok gülünç görünüyordu. Mührü avcunda şöyle bir sıkarak kırdı. Kâğıt rulosu kırmızı mühür mumu kırıkları saçarak açıldı. Lejyon askeri kâğıdı bir an inceledikten sonra arkasını döndü, mızraklı baltasının kabzasıyla cilalı taşlardan zemine üç kere vurdu. Her vuruşun gümlemesi kapının kara taştan kemerinde çınladı.

Erath birkaç saniye sonra sandaletli ayakların yankılanan hafif seslerini duydu. Kapının karanlığından cüppeli bir kadın silueti belirdi. Yüzü, kırmızı kukuletasının gölgesine gizlenmişti. Lejyon askerinin karşısında durdu. Devasa, zırhlı cüssesinden hiç çekinmişe benzemiyordu. Kâğıdı adamdan aldı.

Erath'a bir bakış bile atmadan, “Beni takip edeceksin,” deyip arkasını döndü, avluda yürümeye başladı. Erath aceleyle onun peşine takıldı. Omzunun üstünden arkasına baktığında lejyon askerinin diğer muhafızın yanındaki yerine döndüğünü gördü.

Erath cüppeli kadını takip ederek bir kanalın daha karşı yakasına geçti ve birlikte kalabalık şehrin daha da içlerine girdiler. Kenarlarına sıra sıra ordu çadırları kurulmuş, askerlerle tıklım tıklım dolu geniş bulvarlara girmeden, yan sokaklardan ilerlediler.

Çok geçmeden Erath'ın burnuna kuvvetli kokular gelmeye başladı. Saman, kesilmiş ot, gübre. Her çobanın, hayvan güden herkesin tanıyacağı kokular. Hayvanların birbirlerine seslenişlerini duydu. Bazılarını tanıdı, çoğunu tanımadı.

Yürüdükleri dar sokak bitti, ucu hayvanlara bakan insanlarla dolu koca bir meydana açıldı. Devasa yük hayvanları etrafı kapalı arsalarda otluyordu. Erkekler, kadınlar koyun ağıllarını kontrol edip kümeslerdeki tavukları sayıyordu. Erath'a bu alanın aslında başka bir amacı varmış, mesela park ya da halka açık bir bahçeymiş de şimdi ordu tarafından el konmuş ve seferberliğin bir parçası olarak kullanılıyormuş gibi geldi.

Delikanlının içine bildik şeylerle karşılaşmanın verdiği huzur yayıldı. Alanın kenarında bir çadırın önünde durduklarında rahatlamıştı. Cüppeli kadın rulo kâğıdı Erath'a geri verip çadırın girişini örten kumaşı açtı, içeri girmesini işaret etti. Erath girer girmez de kayboldu.

Çadırın içinde hava soğuktu. Baharatlı tütsü kokusu öyle yoğundu ki Erath'ın gözleri yaşardı. Girişte durup burnunu kırıştırdı, içeriyi görebilmek için gözlerini kıstı. Tek ışık, çadırın ortasında yere diz çökmüş bir kadın siluetinden geliyordu. Kadının kolları, tepesinde havada duran bir kılıcın çevresine ışıktan yeşil rünler dokuyordu.

Erath büyüyü seyretti. Kendilerini kılıcın bıçak kısmına dağlayıp teker teker yok olan rünlerin zarif dansından büyülenmişti. Çocukken seyrettiği kabilesinin şamanlarını, onların ritüelleri için havayı ateşe çevirişini hatırladı. Simgelere doğrudan bakmaktan kaçındı. Gözünün ucuyla bile görse dişlerinin kökleri kaşınmaya başlıyordu. Son rün sönerken kadın başını azıcık çevirdi, kılıcını ayaklarının dibine düşmeden yakaladı ve kalktı.

Erath hazır ola geçip selam verdi. “Göreve hazırım.” Kâğıdı kadına uzattı. “Emirlerim.”

Kadın onu görmezden geldi, transtaymış gibi hareketlerle kılıcını bir silah sehpasına koydu. Çadırın ortasındaki lambayı yaktığında ikisi de hafif, kehribar sarısı bir ışıkla aydınlandı. Uzun boylu bir kadındı. Koyu renk teni, Erath'ın memleketi olan soğuk kuzey sınırlarından çok uzak bir diyardan geldiğini belli ediyordu. Kadın ona bakınca Erath rünlerdeki yeşil ışığın aynısının gözlerinde de bir kere çaktığını gördü.

“Okuman?”

Erath duraksadı. Kadın Va-Noxus'çayı melodik, yumuşak bir aksanla konuşuyordu. Başkentte şimdiye dek duyduğu kısa ve gırtlaktan çıkan seslerden çok farklıydı. Gözlerini kıstı.

Okuman var mı?” diye yeniden sordu. Ya yorgun ya da sıkılmış bir hali vardı. Erath hangisi olduğunu kestiremiyordu.

Başıyla onayladı. “Yazılı kelamdan biraz anlarım hanımım.”

Kadın Erath'ın artık elinde olmadığını fark ettiği kâğıdı uzatarak, “Bunu okudun mu?” diye sordu.

“Okumadım hanımım.” Erath başını iki yana salladı.

“Güzel,” dedi kadın sertçe. Kâğıdı giysisinin yenine soktu. “Benim adım Tifalenji ve bundan sonra ben ne dersem senin için yasa o. Oku, düşün, dediklerimi yap. Böylece aramızda tatsızlık çıkmaz. Anlıyor musun?”

Erath yine selam çaktı. “Evet hanımım.”

“Başkentten çıktıktan sonra selam vermek yok.” Tifalenji bir masanın üzerinden kalın bir defter aldı, içeriğini gözden geçirmeye başladı.

“Bir soru sorabilir miyim hanımım?”

Kadın başını kaldırdı. “Sor ama alışkanlık haline getirme.”

“Nasıl hizmet edebilirim?” diye sordu Erath. “Görevlerim ne?”

Tifalenji defteri çat diye kapadı. “Hayvan beslenmesi ve bakımından anlayan, genç ve gücü kuvveti yerinde birine ihtiyacım vardı. Sen Dalamor ovalarındansın, değil mi?”

“Evet hanımım.” Erath öfkesini sesine yansıtmamak için çabalıyordu. Kan sınavını geçip kabile şefinin yaveri olmak için neredeyse kuzenini öldürüyordu, şimdi yine hayvan mı baktıracaklardı? “Orada çobanlık ederdim.”

Tifalenji ona incecik gülümserken Erath arkasında, çok yakınında bir şeyin hırladığına yemin edebilirdi. “Burada bakacağın yaratıklar biraz daha... egzotik olabilir.”

Çadırın kapısı şiddetle savrularak açıldı. Erath döndü, eli hemen bıçağının sapına gitti.

Tifalenji, “Bence yapma,” derken delikanlı hırıltının kaynağını gördü.

Çadırın girişine dört ejderan dizilmişti. Gergin kasları seğiren, kemikten kabukları ve jilet gibi keskin pençeleri olan, çevik görünüşlü yaratıklardı bunlar. Erath çocukken dinlediği hikâyeleri hatırladı. Ova kabileleri imparatorluğa katıldığı zaman, tüm şeflerin şefi kendisine hediye edilen tek bir ejderan yavrusuyla şereflendirilmişti. Bu hediyenin kıymeti üç araba gümüşten fazlaydı. Bu yaratıkların değil böyle bir sürüsünü, bir tanesini bile yakından görmemişti.

Ejderanların arkasında pırıl pırıl savaş zırhlarına bürünmüş bir kadın duruyor, zırhlı maskesinin ardından ters bakışlar atıyordu. Saçları göz kamaştırıcı, parlak bir kırmızıydı. Başının tepesinde toplanmıştı, sorguç gibi sırtına dökülüyordu. Kadın çadıra girerken köpekler iki iki ayrılıp yanlara çekildi.

Tifalenji başını eğdi. “Arrel. Hızlı gelmişsin iz sürücü.”

Erath Arrel'e bakakaldı. Bir kişinin dört tane ejderanı olabilmesini hâlâ aklı almıyordu. “Soylulardan mısınız hanımım?”

Arrel zırhı kadar soğuk ve gri gözlerini bir an Erath'a, sonra Tifalenji'ye çevirdi.

Tifalenji Arrel'e, “Savaş uşağımız,” dedikten sonra Erath'a baktı. “Soyluları Tokogol'a göndermeyiz.”

“Batı sınırına,” dedi Erath. “Tokogol'u nasıl buldunuz hanımım?”

Arrel, “Soğuktu,” diye homurdandı. Sesi kalın, aksanı sertti.

“Anladım,” diye baş salladı Erath. “Buraya yolculuğunuz nasıl geçti?”

“Uzundu.” Arrel yine Tifalenji'ye baktı. “Bu hep böyle çok mu konuşur?”

Erath irkildi. “Sizi kızdırdım mı hanımım?”

“Dört,” diye seslendi Arrel. Ejderanlarından biri Arrel'in yanından ayrıldı, kadınla Erath'ın arasına girdi. Kaslı bedeninden zor tuttuğu bir şiddet hevesi yayılıyordu. Gırtlağından çıkan hırıltılarla köpüren salyası kemikli maskesinden sızıyordu.

“Beni sinirlendirsen,” dedi Arrel, “bu köpek seni hemen haberdar ederdi, savaş uşağı. Ayrıca senin hanımın değilim.”

“Af dilerim.” Erath yavaşça bir adım geri çekildi. “Size nasıl hitap etmemi istersiniz?”

“Gerekmediği sürece etmemeni isterim.” Gerildi. Sanki bu kadar konuşmak boğazını ağrıtmıştı. Bir el hareketiyle konuşmanın bittiğini belirtti.

Tifalenji, “Dışarıda bizim için erzak falan toparlayan bir levazım subayı var,” diyerek Erath'a bir talep emri uzattı. “Git onu bul.”

Erath soluk verdi, Arrel'le köpeklerinin etrafından dikkatle dolaşarak çadırdan çıktı. Çıkarken Arrel'in bir soru sorduğunu duydu. Erath da bu soruyu kendine soruyordu.

“Buraya neden geldim rün ustası?”


“Hiç basilisk görmedin ha evlat?”

Erath levazım subayını hayal meyal duydu. Bütün dikkatini karşısında duran kocaman, hantal yaratığa vermişti. Kertenkelegillerden devasa bir hayvan olan basiliskin yeşil eti demir kadar sertti. Ağaç gövdesi kalınlığındaki bacaklarından uzun, kalın kuyruğuna kadar her yeri kas yığınıydı. Erath'a, bir insanı farkına bile varmadan pestile çevirebilecek bir yaratık gibi görünüyordu.

“Ne hayvan bakardın?” diye sordu levazım subayı.

“Koyun,” dedi Erath.

Levazım subayı, “Ha, hiç meraklanma,” diyerek Erath'ın sırtına bir şaplak indirdi. “Bunu da koca bir koyun gibi düşün. Daha yavru, hiçbir şey yapmaz. Yaşlanıp huysuzlaşmadı daha.”

“Bu...” Erath adama baktı. “Yavru mu bu?”

Levazım subayı güldü. “He ya. Büyükleriylen kale duvarlarını yıkıyoz oğlum.”

Erath rün ustasının ona verdiği talep emrine baktı. Neyse ki çok basit sözlerle yazılmıştı, çoğu yazıydı. Anlamadığı şeylerde de rün ustası yardımcı olmuştu. Basilisk koskoca bir kamp alanının neredeyse tamamını sırtında taşıyacaktı ama Arrel'in ejderanları bile sayılsa üç kişiden çok daha fazlasına yetecek kadar malzeme varmış gibiydi.

“Her şey tamam mı?” Tifalenji Erath'ın arkasında belirmişti. Erath kadının şimdi tamamen zırhlı olduğunu gördü. Rün damgalı kılıcı da sırtındaydı. Ayaklarının dibinde bez bir çanta vardı.

“Kocaoğlanı yüklüyoruz,” dedi levazım subayı. “Su kırbaları dışında neredeyse her şeyi koyduk. Birazdan da onu hallederiz, düşersiniz yola.”

Rün ustası güneşin ne kadar yükseldiğine bakarak, “İyi,” dedi. “Güney kapısından çıkan karavanlara bağlanacağız. Güneş batmadan yola çıkıp şehirden uzaklaşmış olmalıyız.”

“Yola mı?” diye sordu Erath. Başkente vardığından beri, kendi kabilesi de dahil olmak üzere Noxus ordularının ve birliklerinin limana gidip devasa gemilere bindiklerini görmüştü. “Diğer askerlerle birlikte denizin karşı kıyısına geçmeyecek miyiz?”

Rün ustası başını iki yana salladı. “Hayır, daha anakarada işimiz bitmedi. Önce bulmamız gereken biri var.”


Başkentin organize kargaşasını geride bıraktılar. Erath, Arrel ve Tifalenji Noxus'un güneyindeki bozkırlardan doğuya yürüyen devasa bir ordu koluna katılırken Ölümsüz Hisar'ın silueti ufukta hâlâ görünüyordu. Kırmızı sancaklardan ve kara demirden dev bir yılan gibi ilerlediler. Erath'a memleketi Dalamor'u hatırlatan düz ovalardan geçtiler.

Bir akşam, kamp yaptıklarında tayın sırasında beklerlerken yaşlıca bir sıra çavuşu, “Fazla kalabalığız, mesele o,” dedi. “Başkentin limanları kocaman, gece gündüz çalışabilir. Nitekim çalışıyor da. Ama yine de herkesi yollamaya yetmiyor.”

“Biz bu yüzden mi doğuya gidiyoruz?” diye sordu Erath.

Çavuş bir homurtu çıkardı, yamuk yumuk teneke tabağına sulu yemekle sert, kara bir ekmek parçası konulurken gülümsedi. “Millet sıçanlarla birlikte rutubetli gemilerin ambarına hapsolmuşken biz en azından bacaklarımızı biraz çalıştırıp sonra kıyı boyunca rıhtımlara dağılacağız.”

“Sonra nereye gideceğiz?” Erath kendi yemeğini alırken başıyla aşçıya teşekkür etti. “Bizleri nereye yolluyorlar?”

“Sana söyleyen olmadı mı?” dedi çavuş dudak bükerek. “Ionia'ya gidiyoruz oğlum.”

Erath donakaldı. Yemeği uyuşan ellerinden düşecekti neredeyse. Göğsüne dokundu, taktığı muskanın çıkıntısını buldu. Ionia...

Çavuş kaş çatarak, “Sırayı bekletme,” dedi.

Erath alçak sesle, “Son seferinde...” dedi. “Savaşta. İmparatorluk kabilemdeki erkeklerin yarısını askere aldı.” Çavuşa baktı. “Hiçbiri geri dönmedi.”

“Sana öç alma fırsatı çıktı işte.” Çavuş tuniğinin yakasını aşağı çekti; bütün göğsüne yıldırım gibi çatallanarak yayılan, derin, kırmızı yara izini gösterdi. “Büyü. Çoğumuzun orada görülecek hesabı var çocuk. Sabırla bekliyorduk. Şimdi eski defterleri açma vakti.”

Erath çavuşa gülümsedi ama bu gülümsemenin içten olduğu söylenemezdi. Dolaşa dolaşa konakladıkları yere döndü. Açlığı birden geçivermişti.

Yürüyüş hızla ve olaysız devam ediyordu. Günler geçtikçe savaş kafilesinden daha çok birlik ayrılıyor, yola çıkarılacakları limanlara yöneliyordu. Erath yol arkadaşlarından kopukluğunu hissetmeye devam ediyordu. Rün ustası Tifalenji soğuk, Arrel'in tavırları düşmancaydı. Bu yüzden o da aklını yapması için kabilesinden çağrıldığı işe verip grubun devasa basiliskine baktı.

Yaratığın dev cüssesine ve büyük gücüne karşın, başkentteki levazım subayı haklı çıkmıştı. Hayvan uysaldı ve Erath'ın bakımına alışıyordu. Erath zamanla Arrel'in ejderanlarının da öyle yapacağını umuyordu ama pek ümitli değildi. Sürü her zaman zırhlı Noxus'lunun çevresinde dolaşıyordu. Sürü liderlerine tümüyle itaat ediyorlardı.

Erath basiliske, küçükken birlikte sürü güttüğü ihtiyar çoban köpeği Talz'ın adını takmıştı. Erath onu otlamaya salar ya da kafileye ayak uydurturken ismini söylediğinde tepki veriyordu.


Yola çıkalı bir hafta olmuştu ki rün ustası grubu topladı. Ana ordunun doğuya devam edeceğini ama kendilerinin yolun güney çatalına sapacağını açıkladı.

Erath konvoyun hâlâ bozulmamış bir Noxus'lu savaşçı kolu halinde uzaklaşıp ufalmasını seyrederken Tifalenji, “Kızılyamaç'a gideceğiz,” dedi.

Erath, “Orada ne var?” diye sordu.

“Ne değil, kim,” dedi rün ustası.

Erath Tifalenji'nin daha önce başka birinden bahsettiğini hatırlayarak başını salladı. Talz'ın sırtına yüklenmiş fazladan erzağa baktı. “Kim peki?”

“Kendini bir halt sanan bir k'naad,” dedi Arrel küçümseyerek. Köpekleri içsin diye matarasından avcuna su döküyordu. Bir'in kulakları bu sözü duyunca dikildi. Erath kelimeyi bilmiyor ama anlamını tahmin edebiliyordu. Arrel Tifalenji'ye ters ters baktı. “Vaktimizi boşa harcıyoruz, ona ihtiyacımız yok.”

“Ona ben karar veririm,” dedi rün ustası ifadesizce. Erath'a bakıp dişlerinin arasından bir nefes saldı. “Alacağımız kadının adı Marit, savaş uşağı.”

“Marit her gördüğüne devrimden önce soylu olduğunu anlatmaya pek meraklıdır,” diye söylendi Arrel. “Ailesinin makamı ve mülkleri elinden alındı ama konuşmasına baksan farkında değil sanırsın.”

Arrel manzarayı gözden geçirdi. “Buraları ailesininmiş, muazzam topraklarmış, öve öve bitiremiyordu.” Başını salladı. “Bok gibi bir yermiş.”

Tifalenji, “Marit seçkin bir asker,” diye karşılık verdi. “Deneyimli, savaş görmüş. Bizim için kıymetli bir araç. Bu konuşma bitmiştir.”


Kızılyamaç'a giden yol kurak ovalardan ve alçak, güneşin altında kupkuru olmuş tepelerin arasından geçiyordu. Bu sıcak Erath için yeni bir tecrübeydi. Dalamor'un sisle kaplı soğuğuna hiç benzemiyordu. Bulutsuz, göz yakıcı mavilikte bir göğün ve cayır cayır güneşin altında ilerlerken yanlarındaki suyu dikkatle paylaştırıyordu.

Arrel durakladı. Erath da Talz'ın sağrısına dokunarak onu durdurup iz sürücünün ne yaptığına baktı. Kadın diz çöküp avcunu toprağa dayadı. “Yakınımızda bir şey var.”

Talz'ın sırtındaki rün ustası kemerinden bir dürbün çıkardı, pirinç boruyu uzatıp ucunu gözüne dayadı. “İleride süvariler var,” diye onayladı. “Ve Noxus'lu değiller.”

Erath baktı, bir tepenin zirvesine çıkmakta olan iki ufak şekil gördü. At sırtında olduklarını zar zor seçebiliyordu. Nabzı hızlandı, eli kalçasına asılı kısa kılıcın deri dolanmış kabzasına gitti. Yolda o kadar vakit geçirdikten, birbirinin aynı onca gün yaşadıktan sonra savaşma fikri çok hoş gelmişti.

“İki, Üç,” dedi Arrel. İki ejderan öne atıldı.

Arkaya bakmakta olan Tifalenji, “Dur,” dedi. “Daha gelen var.”

Erath döndü; önce arkalarında, sonra yan taraflarda başka şekillerin belirdiğini gördü. Boynuz borudan çıkan tiz bir notayı ancak duymuştu ki tepelerden inip üstlerine gelmeye başladılar.

Tifalenji sırtındaki rünlü kılıcı çekti. “Akıncılar. Hemen çember olun.”

Yer önce hafif hafif, sonra atlılar yaklaştıkça gök gürlercesine sarsılmaya başladı. Erath Talz'a döndü, basiliskin paniklemesi ihtimaline karşı onu yere sabitleyecek bir çare düşünmeye çalışırken Tifalenji'nin kafasına vurmasıyla sıçradı.

Dikkatini ver!” diye tısladı kadın.

Erath Talz'ı unuttu, kılıcını çekip sımsıkı tuttu. Arrel'le rün ustasından uzağa yerleşip kurdukları ufak cephenin kendine düşen üçte birini korumaya almaya çalıştı. Akıncıları artık açık seçik görebiliyorlardı. Hafif zırhlar giymişlerdi, dikenli mızraklarının uçlarına camgöbeği sancaklar takılıydı.

Noxus'lular çatışmaya hazırlandı. Tifalenji'nin kılıcındaki rünler zümrüt rengi bir alevle parladı. Arrel'in köpekleri uludu.

Atlılar son anda iki yana açıldı, daire olup etraflarında koşturmaya başladı. Atların nallı toynaklarının kaldırdığı toz kalın, dönen bir perde gibi yükselerek onları dünyadan soyutladı. Erath etraflarında bir oraya bir buraya giden siluetleri zar zor seçebiliyordu.

Bir vınlama duyuldu ve Erath yana doğru atıldı. Az önce durmakta olduğu yere bir mızrak saplandı. Arrel'in bağırarak komut verdiğini duydu. Köpeklerinden biri tozun içine atıldı. Tifalenji büyü sözleri söylemeye başladı. Sözcükler Erath'ın kulaklarını acıttı. Kadının kılıcında yeşil ışıktan solucanlar titreşiyordu.

Sey-RA-deh!” diye kükredi, kılıcını savurup toz duvarına yeşim rengi bir şimşek dalgası yolladı.

Erath Tifalenji'nin saldırısının isabet edip etmediğini, Arrel'in köpeğinin hâlâ hayatta olup olmadığını bilmiyordu. Her yer karmakarışıktı. Gürültülüydü. Tiz bir feryat havayı yardı. Çevrelerindeki burgaç titreşti. Erath bir şeyin yırtılışını duydu, toz duvarından püsküren koyu renk kan yüzünü ve göğsünü koyu kızıla boyarken geri sıçradı.

Olduğu yerde kalakaldı. Yardım etsene beyinsiz.

Toz yatışmaya başladı. Erath cesaretini topladı. Dosdoğru ilerisindeki bir gölgeye odaklandı. Kılıcını kaldırıp kabilesinin ölüm narasıyla saldırdı. Gözlerini yakan toz toprağın arasında koştu. Ama gözlerini açtığında karşısında gördüğü şey at değildi.

Yaratık her neyse, binicisi Erath'ın gırtlağına hemen bir yatağan uçlu mızrak dayadı.

Tatlı, kültürlü bir ses, “Aa, yapma ama,” dedi. “Biricik bineğim bugün kendine bir ziyafet çekti ama henüz doymamış olabilir.”

Mızrağın ucu Erath'ın çenesini kaldırdı, o da silahı takip ederek konuşan kadını gördü. Uzun boylu, ince bir kadındı. Yüzü demir ve siyah deriden yapılmış bir maskenin ardında gizliydi. Mızrağında bir Noxus sancağı asılıydı. Erath'ın nereye ait olduğunu bilmediği yıpranmış, ikinci bir sancağı da pelerin gibi omuzlarına asmıştı.

Çevik, iki ayaklı, neredeyse sadece kastan oluşan, upuzun kuyruğunu savurup duran, kuşla kertenkele arası bir yaratığın sırtında özgüvenle oturuyordu. Yaratık ağzını açıp kanlı dişlerini göstererek meydan okudu. Toz artık dağılmıştı, çevrelerinde muhtelif yerleri kopmuş halde yatan ölü akıncılar görülüyordu.

Erath kadının maskesinin ardındaki delici bakışlarını ve onu incelediğini hissedebiliyordu. Kadın mızrağını ölü bir akıncıya uzatıp sancağını bir bilek hareketiyle keserken gözleri neşeyle kısıldı. Erath bineğine asılı diğer sancakları o zaman gördü. O sırada Tifalenji ve Arrel yaklaştı.

Noxus'lu, “Arrel! Soğuk k'naad seni!” diye bağırıp bineğini tırısa kaldırarak, kendinden emin bir tavırla gruba yöneldi. “Seni hangi delikten çıkardılar? Son duyduğumda Zaun denen o kokuşuk lağım çukurunda ödül avcılığı yapıyordun.” Abartılı hareketlerle titredi. “Çürük diş gibi bir şehir. Tiksinç!”

Arrel sonunda dümdüz bir sesle, “Marit,” dedi. Erath iz sürücüye baktı. Bu selam Arrel için bile soğuktu. Kadının çelik grisi gözlerinden farklı bir şeyler okunuyordu.

“Bu ahbapların kimler?” diye sordu Marit, Erath'la Tifalenji'ye bakış atarak. “Buradan öylesine geçtiğinize inanmak güç doğrusu.”

Tifalenji başını eğerek, “Selam olsun,” dedi. “İçgüdülerin yanılmadı. İmparatorluğa hizmet için geldik. İşte emrimiz.”

Rün ustası, Marit'e bir parşömen verdi. Maskeli kadın parşömeni açtı. Okurken gözleri birkaç kere Tifalenji'ye kaydı.

Dramatik şekilde, “İdam cezasıyla,” diye okuyup parşömeni Tifalenji'ye geri verdi. “Eh, her şey ayarlanmış gibi. Yola ne zaman çıkıyoruz?”

“Hemen,” dedi Tifalenji.

“Makul.” Marit Erath'a bir göz attı. “Yanaşmamız var demek.”

Erath tereddüt etti. “Ee, ben silah u...”

“Bana ‘hanımefendi’ diye hitap edebilirsin yanaşma.” Marit bineğine işaret etti. “Bu da şanlı bineğim Orogonthis'li IV. Leydi Henrietta Eliza Vaspaysian.” Gözlerini kısarak Erath'a baktı. “Ama sen epey aptal bir şeye benziyorsun, o yüzden Henrietta diyebilsen yeter.”

Henrietta uzun, kaslı boynunu Erath'a doğru savurarak parlak köpekdişlerinin arasından cıvıltılı bir tıslama salıverdi.

“Ne yer?” diye sordu Erath.

Marit çadırına doğru dönerken, “Canımı sıkan insanları,” dedi. “Ona iyi bak ve sadece sana hitap edilince konuş, küçük adam.”

Erath yanıt vermek için ağzını açacak oldu ama Henrietta yine tıslayınca dilini tuttu.

Birlikte hızlı hızlı çalışarak Marit'in kampını toplayıp Talz'a yüklediler. Basilisk ağırlığı kolayca yüklendi. Sanki yükünün arttığını fark etmemişti bile. Erath yetişkinlerinin surları nasıl yıkabildiğini anlamaya başlıyordu.

Rün ustası, “Yolculuk hazırlıkları tamam mı?” diye sordu.

Erath başıyla onayladı. Kadın yola çıkmaları için işaret verdi. Marit Henrietta'nın sırtındaki cilalı deri eyere sıçradı, Noxus sancağını mızrağının ucuna, ikinci sancağı da pelerin gibi boynuna taktı.

Erath, “Hadi bakalım Talz!” diye seslenerek sulak alandaki yumuşak çimleri yemekte olan basiliski çağırdı.

Marit başını yana eğdi. “Yük hayvanına isim mi koydu bu?”

“Evet,” dedi Arrel.

Marit püfledi. “Yolda hayvanı yemek zorunda kaldığımızda tuz olarak bu kafasızın gözyaşlarını kullanırız artık.”

Tifalenji akıncıların uzaklaşıp ufukta yok olduğu yönü başıyla göstererek, “O atlılar,” dedi.

“Evet?” Marit eyerinden ona doğru eğildi. “Ne olmuş onlara?”

“Sen yokken yine yol kesmeye çıkacaklarından endişe etmiyor musun?”

Marit elini salladı. “Saçma. Buralar benim atalarımın toprakları. Yokluğumda buralara iyi kâhyalık ederlerse ne âlâ. Etmezlerse döndüğümde hepsini öldürürüm. Endişe alında kırışıklık yapar.”


Birkaç günlük yolculukla Kızılyamaç'tan çıktılar. Rün ustası onları hızlı ilerletiyordu. Grup yolda nöbetleşe uyuyor, sadece kesinlikle gerekli olduğunda duruyordu. Erath kadını her gece ya yolda ya kampta diğerlerinden ayrı oturup aya dikkatle bakarken yakalıyordu.

Alçak dağların doğu eteklerinden dolaşıp yola çıkacakları liman olan Ejderkapı'ya şafağın ilk ışıklarıyla vardılar. Erath buradaki rıhtımların da diğer her yerdekiler gibi tıklım tıklım olduğunu gördü. Noxus'un tüm doğu kıyısının boğulduğu organize sefer kargaşasından burası da nasibini almıştı. Binlerce savaşçı ve onların işlerini gören sayısız zırh ustası, aşçı, inşaat işçisi, tamirci, rahip ve demirci; denizin karşı kıyısına geçmek için kızıl yelkenlerini açıp küreklerini suya daldırmayı bekleyen koca savaş gemilerinin ambarlarına doluşuyordu.

Erath varır varmaz erzak ve malzeme temin etmek için koşturmaya başladı. Gemiler askerlerin ve daha yaygın hayvanların yolculuğu için tedarikliydi ama grup yolda artık Erath'ın sorumlu olduğu çeşitli egzotik yaratıklar toplamıştı. Neyse ki rün ustasının elindeki emirler sayesinde Erath ilerlemeyen sıraların önüne çabucak geçip inatçı levazım subaylarını susturabiliyordu. Öğlen olmadan bir gemiye binmeye hazırlardı.

Tifalenji, “Şu,” diye limanı gösterdi. “Bineceğimiz gemi. Atoniad.”

Erath gemiye baktı. Atoniad sert çizgilerinden koyu renk demir zırhlarına ve açılıp tekneyi dalgalar üzerinde ileri taşımayı hevesle bekleyen, sıkıca bağlanmış kırmızı yelkenlerine kadar Noxus tasarımı olduğu her yerinden belli bir asker nakliye gemisiydi. O zamana kadar bindiği en büyük tekne, kabilesini Ölümsüz Hisar'a taşımış olan nehir sandalıydı. O sandalı Atoniad'la karşılaştırmak, kürdanla savaş baltasını karşılaştırmak gibiydi.

Sıra sıra kadınlar ve erkekler sürme iskelelere doluşarak gemiye binmeye başlamıştı bile. Daha geniş rampalardansa hayvanlar ve araç gereç, taş ve kereste dolu yük paletleri alınıyordu.

“Fazla asker görmüyorum,” dedi Erath.

“Bizim gemide genellikle işçiler ve taş ustaları var,” dedi Tifalenji. “Atoniad ana adalara değil, Fae'lor'a gidiyor.”

“Fae'lor'a mı?” Erath rün ustasına baktı. “Büyük kaleye mi gideceğiz?”

“Ondan geri kalanlara,” diye mırıldandı Arrel.

Fae'lor'da yaşanan trajedinin haberleri Dalamor'a kadar ulaşmıştı. Erath kabilesindekilerle birlikte ateşin başına toplanıp, şamanlardan bir grup korkak Ionia'lının oradaki Noxus kalesine nasıl saldırdığını dinlemişti. Çaresizliklerinden, kontrol edemeyecekleri kadar güçlü bir sihri açığa çıkarıp oradaki savunmalara feci hasar vermişlerdi.

Bundan iki hafta sonra kabileye eli mızrak tutanları başkente göndermeleri çağrısı yapılmıştı.

Eli mızrak tutan herkesi.

“Biniyoruz,” dedi Tifalenji. Daha geniş olan biniş noktalarını gösterdi. “Hayvanları toplayıp bindir, savaş uşağı.”

Erath başıyla onaylayıp Arrel'e baktı. “Köpekleri de alayım mı?”

Dört ejderan da Erath'a kötü kötü baktı. Nasıl başardılarsa hepsi de delikanlıya aynı tonda, aynı anda hırlamıştı. Öfkeli çeneler korosu gibi.

“Onlar yanımda kalacak.” Arrel parmağını şıklatınca sürü sustu.

Erath Talz'ın dizginlerini tuttu. Marit de Henrietta'nın dizginlerini verirken bineğinin çenesini son bir kez okşadı.

Erath hayvanları gemiye götürürken Marit arkasından, “Küçük hanım muhakkak kendine ait bir bölümde kalsın,” diye seslendi. “Yanına başka bir şey koyarsan yalnız kalması çok sürmez zaten.”


Açık hava soğuktu. Tuzlu su serpintisi yakıcıydı. Gemi filosunda Atoniad'la birlikte yola çıkmış on iki gemi daha vardı. Kızıl yelkenleri iyice doldurup geren rüzgâr, güvertelerin altında bekleyen kürekçilerin görevini en azından şimdilik üstleniyordu. Canı sıkılan askerlerin yaptığı dedikodular yüzünden önceki gece bir noktada korsan rotalarından geçtikleri söylentisi çıkmıştı. Ama korsanların, pruvasından kıçına kadar deneyimli savaşçılarla dolu bir düzine Noxus savaş gemisiyle şanslarını deneyecek kadar ahmak olabileceği kimsenin aklına yatmamıştı.

Erath filoya bakarken Arrel yaklaştı. Delikanlı döndü, neredeyse selam verecekken yapmaması gerektiğini hatırladı. Arrel bu beceriksizliğin üstünde durmadı. Aşağı bakınca, delikanlının küpeşteye ne kadar sıkı tutunduğunu gördü. “İlk defa mı denize açılıyorsun?”

Savaş uşağı başıyla onayladı. “Fae'lor'a ulaşana kadar denizde üç günlük, karaya ayak bastıktan sonra da üç günlük daha yolumuz varmış.” Eliyle ufka kadar uzanan, arada sadece diğer savaş gemilerinin tuza bulanmış biçimleriyle bölünen sonsuz gri dalgaları işaret etti. “Bu kadar suyun bir arada olabileceğini hiç tahmin etmemiştim.”

Arrel hiçbir anlama gelmeyen bir homurtu çıkardı.

Erath, “Daha önce savaşa girmişsiniz,” dedi. Bu konu onu huzursuz ediyordu. “Ionia nasıl bir yer?”

Arrel hemen yanıt vermedi. Okyanusa baktı, İki'nin kemik alın maskesinin ardındaki pürüzsüz, kalın deriyi okşadı. Yavaşça nefes alıp verdi. “Hem çok güzel bir yer hem de çok ölümcül.”

“Ionia, kafası kesilmiş dev bir orman keskingagası.” Marit arkalarında belirdi, salına salına yaklaşıp küpeşteye yaslandı. “Geçen gidişimizde kafasını kestik. Şimdi sadece çırpınıp sağı solu yıkıyor. Öldüğünü anlayamayacak kadar aptal.”

“Ben keskingaga avladım,” dedi Arrel. “Başsızken bile karnını deşebilirler.”

“Şimdi savaşa mı gidiyoruz yani?” diye sordu Erath. “Ionia'yla yine mi savaş çıktı?”

Marit omzunu silkti. “Biliyorsam ne olayım. Ama Yüce General okyanusun karşı kıyısında kılıç şakırdatmaya çok fazla asker gönderiyor. Umarım bu sefer başlattığımız işi bitirecek yüreği vardır.”

Arrel yürüyüp gitti. Erath dalgaları yavaş yavaş kırılan engin sulara bakmaya döndü. “Bu okyanusun adı ne?” diye sordu.

“Adı kimin umurunda?” Marit yürüyüp gitmeden Erath'ın omzunun üstünden eğildi. “Bizim ya.”


Erath karayı gördüğüne daha önce hiç böylesine sevinmemişti.

Fae'lor kalesi karşılarında uzanan ufukta büyüyor ve belirginleşiyordu. Atoniad adaya hızlı gelmişti ama Erath bu sırada denizciliğe hiç mi hiç uygun olmadığını anlamıştı. Savaş gemisinin yükselip alçalışı, sağa sola yatması midesinden çok yemek çalmış, aniden gelen bulantılarla okyanusa çok kurban vermişti. Her şeyi sırılsıklam, derisini yakan çatırtılı bir tuz tabakasıyla kaplıydı.

Genellikle güvertenin altında kalmış, ona emanet edilmiş canlıların yolculuk boyunca olabildiğince rahat etmesi için uğraşmıştı. Talz iyi gibiydi. Düzenli yemek yiyor, vaktinin çoğunu bölmesinde uyuyarak geçiriyordu. Ama Leydi Henrietta'yla daha yakından ilgilenmek gerekiyordu. Marit'in bineği atik ve enerjik bir hayvandı. Geminin kısıtlı alanından belli ki hiç memnun değildi. Erath onu beslerken yemeği olmamak için özellikle dikkat ediyor, Henrietta'yı Atoniad'dan indirip yürütmek için sabırsızlanıyordu.

Geminin pruvasındaki gözcüler karanın göründüğünü haber verince Erath görmek için alelacele güverteye çıktı. Üst güverte karayı görmek isteyen Noxus'lularla doluydu. Başta uzakta bulanık bir leke gibiydi. Suyun gökyüzüyle birleştiği puslu çizgiden azıcık daha belirgindi. Ama gemi yaklaştıkça kara da netleşti. Erath'ın adayı saran kızıl kahverengimsi sis bulutları olduğunu sandığı şeyler daha dikkatle baktığında kırmızıya dönüştü.

Fae'lor'un çevresi Noxus gemileriyle sarılıydı.

Adayı sürekli değişen bir savunma çiti gibi eşmerkezli deniz aracı çemberleri çevreliyordu. En dış hattaki devriyeden iki fırkateyn Atoniad'ı durdurup borda kancalarıyla kendilerini daha büyük gemiye bağladı. Sonra gemiye bölük bölük donanma askeri binmeye başladı.

Erath asker gemisini teftiş edenlerin, ellerinde silahlarıyla kaptanın görev emrini ve seyir defterini didik didik inceleyenlerin yüzlerinin sertliğini fark etti. Her güverteyi karış karış aradılar. Savaş uşağı, cüppe giymiş üç kan büyücüsünün gemideki her askeri incelemesini seyretti. Her kadın ve erkeğin tek tek gözünün içine bakarken bir şeyler mırıldanıyorlardı.

“Ne arıyorlar hanımım?” diye sordu Tifalenji'ye.

“Bir dalavere emaresi arıyorlar,” diye yanıtladı rün ustası. “Aldatmacalar. Yaban büyü.”

Bunlar Erath'a acayip gelmişti. “Ama hepimiz Noxus askeriyiz, imparatorluk gemisindeyiz. Boş kuruntu değil mi bu?”

“Sabret çocuk,” dedi Tifalenji. “Fae'lor'a yanaştığımızda anlayacaksın.”

Devriye Atoniad'ın her karışını gezdikten sonra askerlerin bir kısmı orada kalırken bir kısmı da fırkateynlere döndü ve gemiye, ablukanın bir sonraki halkasına ilerleme izni verildi. İncelemeler ve kontroller her kontrol noktasında tekrarlandı. Atoniad her durdurulduğunda güvenlik ekibi değişti. Sonunda limanı görebildiklerinde Erath o kadar çok itilip kakılmış, dürtülmüş, incelenmişti ki yoldaşlarının, hatta kimsenin ona güvenmediğinden şüphelenmeye başladı.

Sonra Fae'lor'u daha iyi gördü ve nedenini anladı.

Kalenin sadece dış duvarları kalmıştı. Bir zamanlar tam ortasında duran dev istihkâmların sadece kalıntılarını seçebildi. Eskiden aşılamaz olan surlarının paramparça kalıntıları şimdi topraktan kırık, kararmış dişler gibi fırlıyordu. Ama yıkım duvarların ve kulelerin çok ötesindeydi. Toprağın kendisi bile yarılmış, parçalanmış ve kimi parçaları koparılmıştı. Akıl almaz bir doğal afetin her belirtisi vardı.

Atoniad kıyıya palamar atıp yanaştı ve durur durmaz hem limandaki hem güvertedeki Noxus'lular işe koyuldu. Zanaatkârlar görev yerlerine yerleşirken hammaddeler ve malzemeler gemiden kıyıya indirildi. Erath güvertenin altına indi, Talz'la Henrietta'yı Atoniad'dan indirmekle uğraşırken adanın ona yaşattığı şoku aklından çıkarmaya uğraştı.

Çiftlik hayvanı sürüleriyle daha sıradan yük hayvanlarının arasında hemen göze çarpan Erath, hayvanlarını geminin ambarına verilmiş bir rampadan dışarı çıkardı. Önünde duranların işlemlerinin yapılıp Fae'lor'a giriş izinlerinin verilmesini beklerken, tayfaların başka bir savaş gemisinin enkazına öfkeli karınca sürüsü gibi üşüşmesini gözlerini ayırmadan seyretti.

Koca vinçler ve zincirler enkazı sudan parça parça çıkarıyordu. Ekipler aşağı iniyor, ölenlerin soluk, şişmiş cesetlerini küme küme çıkarıyordu. Bu geminin tonajı Atoniad'ın iki katıydı ve gövdesi, birinin dizine vurup kırdığı bir çubuk gibi ikiye ayrılmıştı.

Böyle bir şeyi nasıl bir güç yapmış olabilir?

Erath'ın aklına Ölümsüz Hisar'ın gölgesinde durduğu gün imparatorluğun savaşa gidişine bakıp tüm dünyada karşılarında duracak hiçbir güç olmadığını düşünmesi geldi.

Fae'lor'a neler olduğunu kendi gözleriyle görünce, içine ilk defa bir kuşku düşmüştü.

Sonunda rampanın sonuna ulaştı, ıslak tahtalardan çatlak kayalara çıktı. Hava ağır, nemli ve tozluydu. Baharat ve Erath'ın ne olduğunu çıkaramadığı şeyler kokuyordu. Delikanlı sonunda geldiğini anladı.

Burası Ionia'ydı.

Erath orada ne kadar durduğunu, Henrietta'nın deri dizginlerinin parmakları arasından nasıl kayıp gittiğini bilmiyordu. O fark edene kadar, Marit'in bineği kampa dalmıştı bile.

“Hey!” Savaş uşağı onu kovalamaya başlamıştı ki Talz'a baktı. “Dur,” diye uyarıda bulundu, basiliskin dizginlerini bıçakla yere saplayıp Henrietta'nın ardından koşmaya başladı.

Ordu çadırlarının arasına giren başıboş kertenkelenin ardından giderken hayvana, “Çüş!” diye seslendi. Hayvan durdu, Erath'a bakmak için başını çevirdi. Sonra ona, Marit'in “Henrietta'nın takısı” dediği yüz zırhının pırıl pırıl metalinin ardından tısladı. Yüzüyle başını örten bu zırh hem koruyucu bir miğfer hem de zaten sipsivri dişlerini vurgulayan keskin demir bıçaklarıyla bir silahtı.

Erath kollarını açtı, hayvana yavaş yavaş yaklaşırken sakinleştirmek için, “Aman hanımefendi,” dedi. “Aman yavaş.”

Yakınlardaki bir gruptan biri, “O yaratığa sahip ol!” diye böğürdü. Hem Henrietta hem savaş uşağı gruba doğru düşmanca bakışlar attı.

Erath askerlere, “Günlerdir gemide tıkılı kaldı,” diye bağırdı. Henrietta'nın bu sırada dağılan dikkatinden faydalanıp dizginlerine yapıştı, deriyi koluna sardı. “Egzersiz yapması gerek. Egzersiz olarak seni yemesini ister misin? İstemiyorsan çekil önümüzden!”

Erath askerlere kötü kötü bakarak dağılmalarını seyretti. Rün ustasının onu çağırdığını sonradan fark etti. Dönüp Talz'ın da dizginlerini aldı, basiliski çekip Henrietta'yı geride tutarak sorumluluğundaki hayvanları Tifalenji'nin Arrel ve Marit'le beklediği yere götürdü. Yaklaşırken rün ustasıyla yol arkadaşlarında yeni bir gerginlik, duruşlarında daha önce görmediği bir gerilim fark etti.

Marit Henrietta'nın dizginlerini Erath'ın elinden kaparak, “Acele etmeseydin,” diye çıkıştı. Arrel çömeldi, ejderanları çevresinde dolaşırken parmaklarını yere saçılmış molozlara değdirdi.

“Bu eski büyü,” diye mırıldandı iz sürücü. “Uzun süredir uyuyan bir şey uyanmış.”

Marit kaşını şüpheyle kaldırdı. “Büyü sezmeyi nerede öğrendin sen?”

Arrel fısıltı gibi bir sesle, “Burada,” diye yanıtladı.

“Aman, şahane,” diye karşılık verdi Marit. Beklentiyle Tifalenji'ye baktı. “Ee?”

“Kafilemizin son üyesi burada, Fae'lor'da,” diye yanıtladı rün ustası. “Sadece bulmamız gerekiyor.”

“Düello çukurlarına bakın,” dedi Arrel. “Kan kokusu nereden geliyorsa oralardadır.”

Erath başıyla onayladı. İmalardan ve üstü kapalı laflardan bilgi kırıntıları toplamaya alışıyordu artık. “Onun da bakılacak bir hayvanı var mı?”

“Ah, yanaşma,” dedi Marit başını sallayarak. “Teneff hayvanın ta kendisidir.”


Arrel haklıydı. Fae'lor yeniden kuruluyor olsa da hâlâ bir Noxus askeri kampıydı. Demir ocaklarındaki çekiçlerin sesinden daha tiz çelik çınlamalarını takip edince, adadaki savaşçıların idman yaptığı yere geldiler.

Ordu çadırlarının gerisine bir dizi sığ çukur kazılmıştı. Her birinin içinde düello yapan ikişer asker vardı. Köreltilmiş kılıçlarla, tahta sopalarla ya da çıplak ellerle çalışıyorlardı ama çukurlardan birinin etrafına epey kalabalık toplanmıştı. Olanlara bakabilmek için seyreden askerleri ite kaka ilerlemeleri gerekti.

İki Noxus'lu baştan aşağı savaş zırhları giymiş, birbirlerinin etrafında dönüyordu. Birinde idman kılıcı ve kalkanı, öbüründe bir parça zincirin ucuna takılmış ağır bir demir kanca vardı. Birbirlerine olan uzaklıklarını kestirip aldatmacalı hamleler yaptıkça seyreden askerler tezahürat ediyordu.

Kılıçlı olan adam bir açıklık gördü. İleri atıldı, kalkanını rakibinin suratına çarparken kılıcını da aşağıdan savurdu. Kadın geriye sıçrayarak kılıçtan kıl payı kurtuldu ve kancalı zincirini atıp adamın kalkanlı kolunu yakaladı. Kolunu hızla aşağı indirerek kılıçlı savaşçıyı kendine çekip feci bir kafa attı. Adam bataklığa düşen taş gibi düştü. Kırılan burnundan kan fışkırdı.

Kadın, “İlk kanı döktüm bak,” diye bağırınca seyredenler çılgın gibi alkışlamaya başladı.

Kılıçlı adam, “Adil dövüşmedin Teneff,” diye homurdandı. Ezik burnundaki kanı eliyle silerken korkunç bir kahkaha attı. “İkinci kanı döken kazansın. Seninle işim daha bitmedi.”

İlk kanda biter diye anlaştık,” diye yineledi Teneff. Sesinde hiç uzlaşma yoktu. “Savaş saflarında lazımsın Cestus.”

Kılıçlı savaşçı küfredip kalktı, ayaklarını sürüye sürüye çukurdan çıktı. Teneff zincirini koluna dolayıp kafasını kaldırınca Erath'la grubunu kendisine bakarken buldu. Gözleri şaşkınlıkla açıldı. “Marit? Arrel?”

Marit güldü. “Hâlâ kafa kırmakla meşgulsün ha, Ten?”

Teneff yere koca bir balgam tükürdü. Sırıtarak, “Bazılarımız o işleri hiç bırakmadık,” deyip Arrel'in onu çukurdan çıkarmak için uzattığı eli tuttu.

Erath o çıkarken geri geri giderek yolundan çekildi. Teneff'te bir kalkan kırıcının her hali vardı. Kalkan kırıcılar, düşman kol mesafesine kadar yaklaştığında iyi iş çıkaran savaşçılardı. Deri ya da metal zırhla kaplı olmayan her yeri çapraz yara izleriyle doluydu. Savaşla geçen ömrünün kanlı ve onurlu öyküleri etine yazılmıştı. Erath bu izlerden kaçının Ionia'da kazanıldığını merak etti.

“İkinizi de son gördüğümde,” dedi Teneff, “hepimiz...”

“...buradaydık,” dedi Marit. Askerlerin arasına bir süre sessizlik çöktü. Aralarında bir bağ vardı, Erath bunu açıkça görebiliyordu. Ama bir boşluk, söylenmeyen bir şey, hatta eksik olan bir şey de vardı. Askerlerin arasında, konuyu deşmemesi gerektiğini bilecek kadar yaşamıştı.

“Neyse,” dedi Teneff sessizliği bozarak. “Valoran'dan geldiyseniz gemi yolculuğunuz boyunca yal yemişsinizdir. Bizim aşçıya sanatkâr denemez ama yemekleri gemi yemeğinden çok daha iyi. Gelin.”

Güneş ufka doğru alçalmaya başlamıştı; gökyüzüne altın, turuncu, kırmızı lekeli, aşağılara doğru çivit mavisine dönen şeritler çiziyordu. Hava serinlerken yemekhane çadırına yollanıp ateşin çevresinde oturacak yer buldular. Kadınlar kendi aralarında konuşmaya, birlikte girdikleri son savaştan beri neler yaptıklarını anlatıp birlikte aldıkları eski yaralardan bahsetmeye başladılar. Erath susup dinledi.

Teneff ilgisini savaş uşağına çevirip, “Ya sen çocuk?” diye sordu. “Kan döktün mü? İlk savaşına girdin mı?”

Erath dikleşti. “Evet, girdim.”

Kadının yüzü ciddileşti, daha meraklı bir hal aldı. “Nerede?”

“Dalamor ovalarının batısında bir sınır çatışmasına girdim,” diye cevap verdi Erath. “Kısa sürdü, epey hafif geçti.” Her birine tek tek bakınca verdiği yanıtın yeterli gelmediğini gördü. Asla katılmayacakları bir savaşta çatışmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmek ve hayallerinde büyüttüğü savaş hakkındaki merakı yatıştırmak isteyen sivillerin cahil dikizciliği değildi bu. Bunların hepsi deneyimli askerler, ordu saflarında kendilerini Erath'ın yanında bulabilecek savaşçılardı ve onun nelerle karşılaştığını, kendisini nasıl idare ettiğini bilmek istiyorlardı.

“Verimli bir vadinin geniş, sığ bir yeriydi,” diye devam etti. “İri yarı çiftçi çocuklarıydı hepsi. Ama toprağı sürmeyi biliyorlardı, kırmızıya boyamayı değil. Savaş davulu hızlanınca koşarak hücum ettik, yaklaştık, sağ taraflarını hızla çevirdik. Savunmalarını bayağı çabuk dağıttık.”

Arrel, “Sonra geriye o toprağı sürecek kimse kaldı mı?” diye sordu.

Erath başını iki yana salladı. “Kalsın diye uğraştık. Büyükleri geldikten sonra işlerinde yardımcı olsun diye birilerini getirdik. Ekin ekilmesi gerekiyordu, bekleyecek vakit yoktu.”

Marit başını yana eğdi. “O iri yarı çiftçi çocukların kaç tanesiyle toprağı kırmızıya boyadın peki?”

Tifalenji, “Üsteleme,” dedi.

“Ben arka saflardaydım,” dedi Erath omuz silkerek. “Sıra bana geldiğinde safları çoktan dağılmıştı. Biz daha çok kurtarılamayacak kadar ağır yaralananların işini bitirdik ve mezar kazdık.”

Hatıra Erath'ın zihninde kolaylıkla canlandı. Kırılmış bir kalkan duvarının geride bıraktıkları arasında gezinişi, birinin ayak bileğini tutmasını hissedişi. Aşağı bakıp karnına mızrak saplanmış bir adamın anlamadığı bir dilde ona zorlukla bir şeyler söylemesi ama söylemek istediğinin açıkça anlaşılması.

Mızrağının ucunu adamın boğazına dayayışı. Adamın kabullenerek başını geri atması.

Teneff, “Bu ne zaman oldu?” diye sordu.

“Geçen bahar,” dedi Erath.

“Daha bebek bu!” diye bağırdı Marit.

Rün ustası, “Üstelemeyin dedim ya,” diye çıkıştı. “Buraya hayvan bakmaya geldi, başka bir iş için değil.”

Marit gözleri kısılarak güldü. Teneff Tifalenji'yi süzdü. “Peki ya sen rün bükücü? Sen nerede görev yaptın?”

Rün ustası, “Buradan çok uzakta,” diye kestirip attı ve gözünde çakan tuhaf ışık Erath'ı, onun yaşadıkları hakkında bundan fazlasını duyamayacaklarına ikna etti.


Uyku asker için bulunması zor bir nimetti. Bölünmeden dinlenebildikleri süreler savaşçılar için dolu bir mide ya da kaliteli postallar kadar değerliydi. Erath Atoniad'ın sürekli sarsılıp sallanmasına alışmaya çalışmıştı ama sürekli sıçramış, uyanmıştı. Artık karaya çıktıkları için, pelerinini hayvan ağıllarının yakınında kuru, düz bir yere seren savaş uşağı başını çantasına yaslayıp birkaç saat boyunca kesintisiz uyuma fikrinin keyfini çıkardı. Sabahın erken saatlerinde hayvanları beslemesi gerekiyordu.

Gözlerini yeni kapamıştı ki bir ses işitti; gırtlağında hissettiği bıçak kadar keskin ve soğuk bir ses.

“Dediklerimi sessizce yap, yoksa boğazını keserim.”

Erath gözlerini açtı. Şafağa hâlâ saatler vardı. Gökyüzündeki ay, gümüş bir orak gibi incecikti. Zorla ayağa kaldırıldı. Bıçağı alınmıştı. Kampın sınırına doğru yürüdüler. Erath yavaş hareket etmeye ve ellerini kolayca görülebilecek şekilde tutmaya özen gösteriyordu.

İleride bir grup gölge duruyordu. Yaklaştıkça hafif köpek hırlamaları duydu. Siluetler Arrel ve Marit'e dönüştü. Rün ustası aralarında diz çökmüştü.

Erath da Tifalenji'nin yanına, yere itilirken bir ses, “Ionia'da ne işin var çocuk?” diye sordu. Erath, Teneff'in sesini tanıyacak kadar ayılmıştı.

“Ben...”

Tifalenji sakince, “Hiçbir şeyden haberi yok,” dedi. Teneff bıçağı Erath'ın boynundan çekip bu sefer rün ustasına yüklenmeye başladı.

“Peki senin hakkında ne biliyoruz ki?” Diğer deneyimli askerlere baktı. “Belgelerin sahtesi yapılabilir, emirler uydurulabilir.”

“Elimdeki emirler gayet gerçek,” dedi Tifalenji. Sakinliği Erath'ı ürkütüyordu. “Kafa tutmayı düşündüğünüz güç de bir o kadar gerçek.”

Marit başını eğdi. “Bu çocuk peşinde olduğunu söylediğin, bize avlatacağın kişiyi tanıyor mu?”

“Bilmesi gerekenlerden başka hiçbir şey bilmiyor.”

“O zaman belki de öğrenmesinin vakti gelmiştir.” Teneff Erath'a baktı. “Bir hayaletin, Noxus uğruna kahramanca ve şerefiyle ölmüş bir savaşçının, bir yoldaşımızın peşindesin.” Arrel ve Marit'i işaret etti. “Kardeşimizin peşindesin!”

Rün ustası, “Yaşıyor,” dedi.

“Yalan!” diye tısladı Teneff. “Ağzından çıkan tek bir kelimeye niye inanayım? Seni şuracıkta neden öldürmeyeyim, söyle!”

“Çünkü benim hesap verdiğim güçler öyle hatalar yapmaz. Yaşıyor dedilerse yaşıyordur. Hepiniz onunla birlikte imparatorluğa hizmet ettiniz. İmparatorluk şimdi onu bulup geri getirmemizi emrediyor. Benim elimdeki yetki, buradaki garnizonlarınkini hükümsüz kılıyor. Görevimizden haberleri yok, olmayacak da.”

“Bu dediklerinin kanıtı ne?” diye sordu Marit.

“Kılıcı,” dedi Tifalenji iç çekerek. Kadınlar gerildi.

“Ne olmuş kılıcına?” diye tısladı Teneff.

“Yok etmeye çalıştığından haberiniz var mıydı?” diye sordu rün ustası. Derin bir nefes aldı, gözlerinde zümrüt rengi bir ışık yanıp söndü. “Beceremedi, kılıca yedirilmiş sihir bu saldırıya isyan etti. Ustalarım sihrin çığlığını duyup sorumlusunun kim olduğunu onunla sanki aynı odada duruyormuş gibi açık seçik gördü. Böyle öğrendik.”

“Hâlâ hayattaysa asker kaçağı sayılır,” dedi Teneff. “Bizden de aynı suçu işlememizi istiyorsun. Cezası ölüm.”

Tifalenji gözlerini Teneff'in yakıcı bakışlı gözlerine dikti. “Bu işi başarırsanız, bana onu yakalayıp Noxus'ta yargı karşısına çıkarmamda yardım ederseniz hiçbir ceza almayacaksınız. Bir düşünün. Burası için feda ettiklerinizi hatırlayın. Sonra dürüstçe söyleyin bana, vatanına ettiği ihanet sizi gücendirmiyor mu? Adaletin yerini bulmasına, suçlunun son birkaç yıldır yaşadığı hayatın hesabını vermesine itiraz mı edeceksiniz?”

Topluluğun üstüne pis bir sessizlik çöktü. Teneff, Marit ve Arrel'den gerginlik yayılıyordu. Şiddet bıçağın ağzında hazır bekliyordu. Erath korkusuyla, saklanan sırlardan dolayı için için kaynayan öfkesiyle ve burada, Fae'lor'da, nedenini bilmeden ölebileceği gerçeğiyle başa çıkmaya çalışıyordu.

“Seninle geleceğiz.”

Herkes Arrel'e baktı. Erath yanlarına getirildiğinden beri ilk defa konuşmuştu. Marit iz sürücüye döndü. “Artık hepimiz adına sen mi konuşuyorsun?”

“Evet,” dedi Arrel donuk donuk. Boğazını temizledi. Erath'a neredeyse canı acıyormuş gibi gelmişti. “Çünkü hepimiz askeriz. Asker görevini yapar. Ama ondan da öte, o bizim kardeşimiz sayılırdı. Kardeşler sorularının cevabını almayı hak eder.”

Marit Arrel'e kötü kötü baktı. Kısık kara gözlerinden yoğun duygular okunuyordu. Ama razı oldu. “Cevap almayı,” diye yineledi.

Teneff dişlerini sıktı, diğer savaşçılara baktı. İkisi de ciddi ciddi başlarını salladı. Teneff rün ustasının yakasına yapışıp onu ayağa kaldırdı ama bırakmadı. “Burada anlattıklarının yalan olduğunu gösteren ilk emarede kafanı koparırım cadı.”

Tifalenji, “Ben sadece doğruları söylerim,” dedi. “Hele de artık daha da fazla sallanacak vaktimiz kalmadığı için. İlk Diyar'ın kalbine gitmeliyiz ve yola hemen çıkmalıyız.”

Tifalenji ilk defa Erath'a baktı. “Onlara söylediklerim senin için de geçerli savaş uşağı. Bizimle bu yolda yürür, savsaklamadan hizmet edersen ödüllendirileceksin.”

Erath, “Ben Noxus'un sadık bir savaşçısıyım,” dedi. “Görevimi yapmam için gizli kapaklı sözler vermem, boğazımın kesilmesiyle tehdit edilmem gerekmez. İmparatorluk size hizmet etmemi emrediyorsa ederim. Ama tek bir sorum var.”

Tifalenji Erath'ı ciddiyetle süzdü. “Sor.”

“Kim?” dedi Erath. “Kimin peşindeyiz?”

Rün ustası kılıcını çekti. “Artık kendine farklı bir isim takmış, İlk Diyar'daki yaşamı için farklı bir ad edinmiş olabilir.”

Erath'ın kadının kılıcına dağladığını gördüğü rünler, önlerinde uzanan karanlık ve gizemli diyarın içlerine giden bir yol gibi demirden, gökyüzüne fırladı.

“Ama Noxus'taki adı Riven'dı.”